| ...Forum PayLasım... | SanaL aLemin SessizLiğinde Ses Getiren Forum:) |
|
| Ashab-ı Kiram | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
YaReN Administratör
Mesaj Sayısı : 1139
Rep Gücü : 2171 Tecrübe Puanı : 3 Kayıt tarihi : 22/06/09 Doğum tarihi : 08/10/89 Yaş : 35 Nerden : istanbul\kadıköy İş/Hobiler : öğrenci\hukuk Lakap : ...
| Konu: Ashab-ı Kiram Salı Tem. 07, 2009 3:14 pm | |
| H.Z Ümmü seleme (ilk ortünen kadın)
Hazret-i Ümmü Seleme (r.a) Müminlerin annesi... İlk hicaba giren hanım ... Asıl adı Hind'dir. Oğlu Seleme'den dolayı, Ümmü Seleme diye adlandırılmıştır. Babası Ebu Umeyye bint-i Mugayre İbn-i Ömer İbn-i Mahzun, annesi Atik bint-i Amir İbn-i Rabia İbn-i Malik Kinaniye idi.
İslamiyete intisabı
Kocasıda kendiside ilk müslümanlardandı. Nübüvvetin ilk günlerinde halkın keşmekeş olduğu zamanlarda, Hakkın nerede olduğunu anlayıp İslam halkasına girmişti. İlk Evliliği İlk önce halasının oğlu Hz.Ebu Seleme İbn-i Abdul Esedile evlenmişti. Hicret Beyi ile birlikte Habeşistana hicret etmişler. Orada bir müddet kaldıktan sonra Medine'ye geldiler. Medinye geldikten sonra felaketlerle karşılaştı. Kendi dilinden olay şöyle anlatılır: "Ebu Selem e ile Medineye gelmeğe karar verdik. Bir devemiz vardı. Bu deveye çocuğumuz Seleme ile birlikte binmiştik. Ebu seleme de devenin yularını tutmuş yürüyordu. Benu Mugayre mıntıkasına geldik. Bunlar benim baba tarafımdan aşiretim idiler. Ebu selemeye eziyete etmeğe başladılar ve "Bizim kızımızı sen neden böyle fena bir durumda bulundurursun?" dediler. Yuları Ebu Selemenin elinden aldılar ve beni kendileri ile alıp götürdüler. O ara, Ebu Seleme'nin aşireti Benu Abdül-Esed halkı da çıka geldi. Onlar da oğlum Seleme'yi aldılar ve Beni Mugayrelilere şöyle dediler: "Madem ki siz kendi kızınızı kocasından ayırıp almak istersiniz, biz de kendi çocuğumuzu elbette ki sizin yanınızda bırakmayız." İşte bu şekilde ailemiz dağıldı. Üçümüzden her birimiz bir tarafda, birbirimizden ayrıldık. Beni çekişmeler esnasında hırpaladılar, fenalık geçirdim. Hicret hükmü verilmiş olduğundan, Ebu Seleme Medinenin yolunu tutup yola devam etti. Çünkü Ebu Seleme ne kendi aşiretine ne de beni m aşiretime söz anlatamamıştı. Yapayalnız Medineye vardı. Ben de kendi aşiretime geldim. Sabahleyin evden çıkar, bir toprak yığınının üzerine oturur akşama kadar ağlardım. Bir sene böyle geçti. Bir gün bu perişan halimi gören biri bana bir şeyler olmasından korkarak aşiretin ileri gelenlerini toplayarak: "Siz ne biçim insanlarsınız? Bu zavallı kadından ne istersiniz? Niçin bunu çocuğundan ve kocasından ayırırsınız? Niçin bunları birbirine kavuşturmazsınız?" Adamcağız bunları öyle içtenlikle söylüyordu ki, herkes tesir altına kaldı. Bana acıdılar ve kocamın yanına gitmeme müsaade ettiler. Beyimin aşiretide, bunun üzerine çocuğumu getirip teslim ettiler. Bana bir deve bir havdec temin ettiler. Oğlumla yapayalnız yola koyulduk. Ne yapacağımı şaşırmıştım. İşte o sırada Osman İbn-i Talha çıka geldi. Nereye gitmek istediğimi sorup, neden yalnız başıma kaldığımı öğrenmek istedi. Ben de kimsem olmadığını ve başımdan geçenleri anlattım. Bana yardım etti. Konakladığımız zaman çeker gider uzakta bir ağacın altında istirahat ederdi. Medine yakınlarında Kaba mevkiine geldiğinde Ebu Seleme'yi bulup beni teslim ederek, kendisi Mekke'ye döndü. " Hz.Ümm-i Seleme, Osman Ibn-i Talha'nın bu iyiliğini her zaman hatırlar ve bu hususta hep şöyle derdi. "Ben Osman Ibn-i Talha'dan daha yüksek seciyeli ve iyiliksever bir insan görmedim" İlk hicaba giren hanım Hz.Ümmü Seleme hicaba ilk girmiş bulunan (Mesture) hatun idi. Medine'ye örtünerek gelmişti. Yüksek bir aileye mensub idi. Kaba mevkine geldiği zaman, halk kendisine kim olduğunu surduğunda "Ümeyyenin kızıyım" dediğinde kimse inanamıştı. Çünkü o zamanlar asil ailelerin kadınları yalnız başına yola çıkmazlardı. Nerde Ebu Ümeyye'nin kızı çıksın. Hz.Ümmü Selem İslam için, Hak Teâla'nın emri için bu yolculuğa katlanmıştı. "Ya Rabbi ondan daha iyisini onun yerine koy" Daha hicret henüz bitmişti. Kocasına yeni kavuşmuştu. Ebu seleme cihad için uhud gazasına katılır. Bir ok ile yaralanır. Bir ay kadar tedavi sonucu iyileşir. ancak aradan zaman geçtikçe eski yara yeniden açılır, bir türlü düzelmek bilmez ve vefat eder. Hz.Ummu Seleme vefat haberini Rersul-i ekrem'e ulaştırır. Resulullah evlerine teşrif eder, gönüllerini alır, sabır tavsiye ederek şöyle buyururlar: "Ey Ummu Seleme şöyle dua et: Ya Rabbi ondan daha iyisini onun yerine koy". Sonra Resulullah s.a.v., Ebu Selemenin cenazesinin başı ucuna geldiler ve cenazenin hazırlanması ile bizzat meşgul oldular. Cenaze namazını kıldırdılar ve namazda "dokuz tekbir" aldılar. Halk, neden böyle yaptıklarını sorunca, buyurdularki. "Bu zat bin tekbire müstehaktır" Ebu Seleme vefat ettiği zaman gözleri açık idi. Zatı Saadetleri kendi mübarek elleriyle onun gözlerini kapattılar ve kendileri için mağfiret duasında bulundular. Zatı Saadetleriyle Evliliği Ebu Seleme'nin vefatında Hz.Ummu Seleme r.a. hamileydi. İddet geçtikten sonra Hz.Ebu Bekir, bu hatunun yalnızlığını ve kimsesizliğini düşünerek evlenme teklifinde bulundu, fakat Hz.Ummu Seleme kabul etmedi. Zatı Saadetleri olan bitenlere çok üzülmüş ve müteessir olmuştu, bu sefer kendisi Ummu seleme'ye bir teselli olmak üzere kendisine nikah haberi gönderir, Hz.Ummu Seleme elbetteki emr-i Saadeti kabul etmiyorum sdiyecek değildi. Ancak bir kaç gün gecikti ve bazı şartlar ileri sürdü. Resulullah da şartları kabul buyurdular. Hicri 4.sene Şevval ayında, nişkah akdi tamamlandı. Acısı dinmiş, ömrünün sonuna kadar da bu saadetin tadını aklından çıkarmamıştı.. Ebu Seleme'nin onun için ettiği duası kabul olmuştu: "Ya Rabbi benden sonra karım Ummu Seleme'ye benden çok daha iyi bir koca nasib eyle" Zati saadetleri, Hz. Ummu Seleme ile nikahlanınca kendisine ev eşyası olark, bir çift el değirmeni, iki su tulumu, bir yatak ve içi hurma lifleri ile doldurulmuş iki yastık, lütf ettiler. işte yeni evlilerin ev eşyasu bu idi. Zatı Saadetleri, diğer hanımları içinde bunun aynısını vermişti.. Hz.Ummu seleme'nin güzelliğini duyan Hz.Ayşe nikahtan sonra gıpta eder, kendisini görmeğe gelir. Görünce: "Ummu Seleme, söylendiğinden daha da çok güzeldir" der. Gelir meseleyi Hz.Hafsa'ya anlatır. O da: "Halk böyle demiş ve sen tesir altında kalmışsın, güzelliğine güzel ama bira mübalağa etmişler..." Hz. Hafsa böyle demesine der ama içini bir kuruntu alır. İkisi birlikte gidip görürler ve iyice dikkat ederler. Bu sefer Hz.Ayşe şöyle der: "Hafsa haklıdır" Hz.Ummu Seleme Resulullah ile evlendikten ve evine geldikten sonra Zatı Saadetleri kendini ilk görmeye geldiklerinde, Hz.Ummu Seleme, kucağında süt çocuğunu emzirmekteydi. Resulullah bu durumu görünce geri çıkarlar. Süt kardeşleri bu durumu haber alınca üzülürler ve çocuğu alıp kendi evlerine götürürler. Bir kaç gün evlerinde baktıktan sonra çocuğu geri getirirler. Hz.Ummu Seleme, Resulullah ile evlendiği ilk gün bile kendi eli ile yemek pişirmişti. Tesadüf aynı gün kadın sahabilerden Hz.Zeynep Bint-i Huzeyme vefat eylemişti. Koca evine geldiğinin hemen akabinde, onun evine gidip, yokladıktan sonra derhal işe girişir, hemen bir tencere alır, bir parça yağ eritir, daha önce öğütüp hazırlamış olduğu unu ve tatlıyı karıştırıp, gayet nefis ve lezzetli bir yemek hazırlar Ev eşyası daha önce getirilip hazırlar ve bu yemeği yerler. Resulullah ile müşavere Hüdeybiye anlaşması sırasında, Zatı saadetleri, halka hitap ederek: "Burada kurbanlarınız kesin, dönelim" dedikleri zaman, zahirde, anlaşma şartları müslümanların aleyhine görünüyordu. bunun için müslümanların çoğu üzüldüler. Resulullah, üç kere hükmü Nebeviyi tekrarladılarsa da kimse yanaşmadı. Bunun üzerine çadırlarına teşrif buyurdular ve meseleyi Hz.Ummu Seleme'ye açtılar. Dirayetli hatun şöyle arz etti: "Hiç kimseye hiç bir şey buyurmayın, kurbanınızı kesip ihramdan çıkın ve saçınızı kesin" Fahr-i Kainat efendimiz de Hz.Ummu seleme!nin söylediğini dikkate aldılar ve öyle hareket ettiler. Ashab da Efendimizin böyle yaptığını görünce, aynısını yaptılar. Resulullah'ın son günleri Haccetu-l Veda'da (Zatı Peygamberlerinin son haccı) Hz.Ummu Seleme rahatsız olmakla beraber, yine dini farizayı ihmal etmedi. Zatı Risaletpenahilerinin maiyeti saadetlerine katıldı. Yürüyemiyordu. Tavaf hakkında Zatı Saadetlerine sordu: Buyurdular: - Ey Ummu Seleme, sabah namazından sonra, sen devene bin de deve ile tavaf eyle." Zati Saadetlerinin son hastalıklarında, hastalık uzun sürüp de, Hz.Ayşe'nin odasına teşrif ettiklerinde, Hz.Ummu Seleme sık sık ziyarete gelirlerdi. Bir ara Resulullah'ın durumu ağırlaşır ve Hz.Ummu Seleme kendini tutamaz ve aniden feryada başlar. Fahri Kainat mani olurlar ve buyururlar: "Böyle yapman müslümanca bir iş değildir. Böyle yapmayacaksın". Bir rüya Hz.Hüseyin r.a, Yezid'in ordusu tarafından çevrildiğ i zaman, Hz.Ummu Seleme (r.a) bir rüya görür: Resulullah s.a.v. gayet üzgün bir halde teşrif ettiler. mübarek saçları ve sakalları toza toprağa bulaşmıştı. sordum, "Ya Resulullah, nedir bu haliniz?" Buyurdular: "Hüseyin'in katl edildiği yerden geliyorum". O zaman gözlerimi açtım, gözlerimden yaşlar akıyordu. Demek: "Iraklılar, Hz.Hüseyin'i öldürdüler. Hak Teala da onları katl eylesin. Hüseyini bu hale koyan kavme Allah lanet eyleye" dedim. Çocukları Yalnız ilk kocasından çocukları vardı. Seleme (r.a) ve ömer isimli iki oğlu ve Zeynep isminde bir kızı. Seleme (r.a): Habeşistan'da doğdu. Zatı Saaadetleri onu Hz.Hamza r.a. kızı Emame ile evlendirdi. Ömer: Hz.Ummu Seleme (r.a) ile birlikte Zatı Saadetlerinin evine gelmişti. Efendimizin, ihtimamı ile büyütüldü. Hz.Ali Keremullahü Vechehü zamanında, Fars ve Bahreyn valisi idi. Zeyneb: İsimleri ilk önce Birre idi. Zati saadetlerinin evine geldikten sonra "Zeynep" koydular. Ahlakı ve Adetleri • Hz.Ummu Seleme (r.a), hayatını zuhd ü ibadetle geçirmiş bir hatundur. Dünya'nın aldatıcı şeylerine teveccüh etmezdi. Bir ara bir gerdanlık takmıştı. Zatı Saadetlerinin hoşlanmadığını görünce hemen çıkardı ve bir daha takmadı. • Her ayın ilk pazartesi, perşem be ve cuma günleri oruçlu olurdu. • İlk kocasından olan yanında getirdiği çocuklarına karşı son derce müşfikdi. Defalarca Zatı Saadetlerine sormuştu:"Bunlara gösterdiğim şefkat karşılığı ben ne kadar sevap elde edeceğim?" Buyurdular:"Evet sevap elde edeceksin, hem de çok". Namaz vakitlerinin faziletlerine de çok dikkat ederlerdi, buyurdular: "Zatı saadetleri öğle namazını erken kılarlardı. Siz ise, ikindiye bırakıyorsunuz". • Çok eli açıktı. Başkalrınıda cömertliğe davet ederdi. Faziletleri ve Menkibeleri • Kendisinden rivayet edilmiş bir çok hadis kitaplarda mevcuttur. Hadis dinletmek ve öğretymek hususunda çok meraklıydı. Saçları kirlenmişti, tam yıkayacağı sırda, Zati Saadetleri mimbere çıkmış ve hutbe irad buyuruyorlardı. Fahri Kainat, "Eyyühannas = Ey halk" diye sesini yükseltince, Hz.Ummu Seleme (r.a), elindekileri bir tarafa koyup hemen caminin yolunu tuttu ve şöyle dedi: "Öyle ise biz halka dahil değil miyiz?" Camiye girip hutbeyi ayakta dinledi. •. Vefatı Hz.Ummu Seleme (r.a), Resululllah s.a.v'ın en son vefat eden hanımıdır. Vefat ettiği zman 84 yaşındaydı. Hicretin 63. yılı idi. Cenaze namazını Ebu Hureyre r.a. kıldırmıştı. Zamanın idareciside namazına iştirak ederdi. Hz.Ummu Seleme (r.a) valinin namazını kıldırmaması için vasiyet etmişti. Medine valisi o zaman Velid İbn-i Utbe idi.
Allah şefaatlerine nail eyler inşallah | |
| | | YaReN Administratör
Mesaj Sayısı : 1139
Rep Gücü : 2171 Tecrübe Puanı : 3 Kayıt tarihi : 22/06/09 Doğum tarihi : 08/10/89 Yaş : 35 Nerden : istanbul\kadıköy İş/Hobiler : öğrenci\hukuk Lakap : ...
| Konu: Geri: Ashab-ı Kiram Salı Tem. 07, 2009 3:14 pm | |
| Hz. Peygamber'in amcasi, Sehidlerin efendisi.
Künyesi; Ebn Ya'la veya Ebû Ammâre; Lakabi; Esedullah (Allah'in Aslani)dir. Babasi Abdulmuttalib, annesi Hâle'dir.
Hz. Hamza, Peygamberimizin amcalarinin en kücügüdür. Dogumdan bir kac gün sonra, Peygamberimizi emziren Ebû Lebeb'in câriyesi Süveybe daha önceleri Hz. Hamza'yi da emzirmis oldugundan, Hamza Peygamberimizin süt kardesi idi. Hz. Hamza, orta boylu, güclü kuvvetli, heybetli, onurlu bir sahabîdir. Hz. Hamza (r.a) iyi bir avci, keskin nisanci, Kureys'in en sereflilerindendir. Mazlumlara yardim etmeyi seven cesur bir savasçiydi. Av dönüsü evine gitmeden Ka'be'yi tavaf edecek kadar kutsal kabul ettigi degerlere saygili, karsilastigi sahislara selâm verip sohbet etmesini seven mürüvvetli bir insandi. Onun genclik dönemine ait bilgilerimiz yok denecek kadar azdir (Ibnu'l-Esîr, Isdit'l-Gâbe, II, 52). Peygamberimiz yakinlarina Islâm'i teblig etmis olmasina ragmen, Hz. Hamza henüz müslüman olmamisti. Ebû Cehil'in Peygamberimize yaptigi bir hakaret sonucunda müslüman olmustur. Peygamberimiz bir gün Safâ tepesinde iken Ebû Cehil ve arkadaslari onun yanina gelirler. Ebû Cehil Peygamberimize hakaret eder. Abdullah b. Cüdâ'nin câriyesi bu olayi seyredin av dönüsü Kabe'ye ugramayi âdet edinen Hz. Hamza'ya anlatir. Hz. Hamza, eve gitmeden Ebû Cehil'in yanina ugrayarak elindeki yayi Ebû Cehil'in kafasina calar, basini yaralar ve hakaret eder. Bir gün sonra da Allah Rasûlünün yanina giderek (Bi'set'ten iki yol sonra) müslüman olur. Hz. Hamza'nin müslüman olmasi Peygamberimizi cok sevindirmistir. Onun Islâm'a girmesiyle müslümanlar güclendi. Müsrikler rahatsiz oldular. Mekke müsrikleri, hicretten sonra da rahat durmadilar. Peygamberimizin ve müslümanlarin Medine'den cikarilmasi icin Abdullah b. Übeyy, Hazrec ve Evs kabilesi müsrikleriyle iliski kurdular. Müslümanlarin hac yollarini da kapadilar. Müsriklerin gözlerini korkutmak, Sam ticaret yollarini keserek onlari sikintiya düsürmek gerekiyordu. Peygamberimiz bu amacla Hz. Hamza'yi Sifu'l-Bahr'a gönderdi. Otuz kisilik bir kuvvetle Hz. Hamza belirtilen yere vardi. Müsriklerin kervam Sifu'l-Bahra gelmisti. Kervanda Ebû Cehil de bulunuyordu. Ücyüz kisilik bir kuvvetleri vardi. Hz. Hamza, müsriklerle carpismak istiyordu. Yaninda bulunan müslümanlar da ayni duyguyu yasiyorlardi. Henüz müsrik olan Mecdi b. Amr b. Cühenî bu iki grubun arasina girdi. Hem müslümanlarla hem de müsriklerle görüstü. Sonunda iki tarafi carpismaktan vazgecirdi. Bundan Sonra Hz. Hamza'yi Bedir savasinda görüyoruz. Bedir savasinda Utbe, Vefid, Seybe meydana ciktilar. Carpismak icin er dilediler. Hz. Hamza, Seybe ile carpisti. Bir hamlede Seybe'yi öldürdü. Daha sonra Utbe'yi ve Tuayma b. Adiyy'i öldürdü. Hz. Hamza, Bedir savasinda kahramanca savasti. Allah ve Rasûlünün hosnutlugunu kazandi. Bedir savaşinda Hz. Hamza (r.a)'nin etkinligi ileri boyutlara ulasti ve müsriklere karsi amansiz bir savas verdi. Hârisû't-Temîmî, HzHamza'nin Bedir'deki durumunu anlatan bir rivayetinde söyle diyor: "Hamza b. Apdülmuttalib(r.a)'in, Bedir savasinda üzerinde, deve kusu olan kim" diye sordu. "Hamza b. Abdulmuttalib" diye cevap verildi. O müsrik: "Ne yaptiysa O bize yapti" diye mirildandi" (M. Yusuf Kandehlevi, Hadislerle müslümanlik, ll, 553). Hz. Hamza, Bedir Savasini mütekaib Kaynukogullari gazvesine katildi. Peygamber Medine'ye geldiginde Yahudilerle anlasma yapmisti. Yahudiler, Bedir savasini müslümanlarin kazanmasini hazmedemediler. "Siz savasin ne demek oldugunu bilmeyen adamlarla carpistiniz" dediler. Savas icin firsat kollamaya basladilar. Kaynuka gazvesi'nin genel sebebi bir kadina karsi yapilan terbiyesizliktir. Kadincagiz bazi esyalarini Kaynuka pazarinda sattiktan sonra bir kuyumcuya giriyor. Kuyumcu yahudi kadinin eteginin alt kismini üst kismina bir dikenle igneliyor. Kadgncagiz ayaga kalktiginda üzeri aciliyor. Utaniyor, feryat ediyor, cevresinden yardim istiyor. Kadinin yardimina kosan müslümanlar Yahudiyi öldürüyor. Yahudiler de müslümanin basina üsüsüyorlar ve onu sehid ediyorlar. Öldürülen müslümanin akrabalari Peygamberimizden yardim istiyorlar. Bunun üzerine-Peygamberimiz Yahudilerden antlasmanin yenilenmesini istedi. Yahudiler Peygamberimizin bu istegini reddettiler. Bu olay üzerine Peygamberimiz beyaz sancagim Hz. Hamza'nin eline verip Kaynukaogullarinin üzerine gönderdi. Kaynukaogullari Yahudileri bekledikleri yardima kavusamayinca teslim olmak zorunda kaldilar. Bedir savasi'nin acisini unutmayan Kureysliler yeniden savas icin hazirliga basladilar. Bir yil önceki kervanin gelirini savas icin harcamaya karar verdiler. Savas icin degişik müsrik kabilelerden yardim isteyerek büyük bir kuvvet olusturdular. Bu kez de Kureys'in kadinlari da katilacakti. Bedir Savasi'nin bozgunla bitmesi sebebiyle müsrik kadinlar erkeklerini sucluyorlardi. Bedir'in matemini tutarak erkekleri savasa tesvik ediyorlardi. Cübeyr b. Mut'i'nin Vahsi adinda Habesli bir kölesi vardi. Bu köle harbe (Habeslilere özgü bir mizrak) atmakta oldukca maharetli idi. Hz. Hamza, Cübeyr b. Mut'im'in amcasi Tuayma b. Adiyy'i Bedir savasinda öldürmüstü. Cübeyr, amcasinin acisini unutmamisti. Kölesi Vahsi ile konustu. Hz. Hamza'yi öldürmesi sartiyla kendisini serbest birakacagini bildirdi. Peygamberimiz, Medine'nin icinde kalmayi, savunma savasi yapmayi düsünüyordu. Bedir Savasi'na katilmayanlar düsmanla yüz yüze gelmek, Medine disinda savasmak istiyorlardi. Peygamberimiz Ashabin bu tavri karsisinda Medine disinda savasilmasina karar verdi. Hz. Hamza'da Medine disinda savasilmasina taraftardi. Hattâ Peygamberimize "sana, kitabi indirmis olan Allah'a yemine eder, and icerim ki, bu kilicima Medine disinda Kureys müsrikleriyle carpismadikca yemek yemeyecegim" demisti. Hz. Hamza Cuma günü oruclu idi. Cumartesi müsriklerle karsilastigi zaman da oruclu bulunuyordu. Peygamberimiz, sabahleyin "Rüyada, meleklerin, Hamza'yi yikadiklarini gördüm" diye buyurdu. Uhut bölgesine varildi, orduya savas düzeni verildi. Kureys'in birinci bayraktari Talha b. Ebî Talha, Hz. Ali tarafindan, ikinci bayraktarıiOsman b: Ebî Talha da Hz. Hamza tarafindan öldürüldü. Sancaktarlarin ölmesi Kureys'i saskina cevirdi. Sarsildilar, sendelediler. Halid b. Velid'in saldirilari da sonuc vermedi: Müsrikler, kacismaya basladilar. Hz. Hamza Uhud günü "ben Allah'in Arslaniyim" diyerek kilic salladi. Sâfvân, Hz. Hamza'yi savasirken görüyor, "Ben, bugüne kadar kavmini öldürmeye onun kadar hirsli bir kimse daha görmedim" buyuruyor. Uhud savasinda müsriklerin cogunu Hz. Hamza öldürmüstür. Kureysliler bozguna ugrayip kacmaya baslayinca Peygamberimiz tarafindan görevlendirilen okcular yerlerini birakmaya basladilar. Birbirlerine "ne duruyorsunuz? Allah, düsmani bozguna ugratti. Siz de, müsriklerin ordugahina giriniz. Kardeslerinizle birlikte ganimet toplayiniz" dediler. Diger bir kismi bu teklife itiraz ettiler. "Siz Rasûlullah'in: Bizi arkamizdan koruyunuz! Sakin yerinizden ayrilmayiniz! Bizim öldürüldügümüzü görürseniz de yardimimiza kosmayiniz! Ganimet topladigimizi görürseniz de, bize katilmayiniz! Bizi arkamizdan koruyunuz" buyurdugunu bilmiyor musunuz?" dediler. Okcular, komutanlari Abdullah b. Cübeyr'i dinlemediler; "ganimetten nasibimizi alacagiz" diyerek yerlerini terkettiler. Abdullah b. Cübeyr'in yaninda cok az bir kuvvetin kaldigini gören Halid b. Velid bu firsati degerlendirmek istedi. Kuvvetlerini bir araya topladi, okcularin üzerine yürüdü. Abdullah b. Cübeyr, kendilerine dogru bir kuvvetin geldigini görünce arkadaslarina dagilmamalarini söyledi. Müslüman okcular, üzerlerine gelen Kureys müsriklerini ok yagmuruna tuttular. Oklari bitinceye kadar kahramanca savastilar. Abdullah b. Cübeyr, oklari bitince mizragi ile savasti. daha sonra kilicini kinindan siyirdi. Sehid düsünceye kadar carpisti. Digerleri de ayni sekilde savastilar. Kureys'in süvarileri insanliga yakismayan bir davranisla Abdullah b. Cübeyr'in karnini destiler, barsaklarini döktüler. Okcularin yerlerini birakmasi, kalan kıiminin sehid edilmesiyle müslümanlar gâfil avlandilar. Hem arkadan, hem önden kusatildilar. Müslümanlar saskinlikla birbirlerine kilic sallamaya basladilar. Hâris b. Amr kizi ile Utbe'nin kizi Hind de Hz. Hamza'yi öldürmesi icin Vahsi'yi. tesvik ediyorlardi. Vahsi, acik dövüsmekten korkuyor, gizli dövüsmeyi tercih ediyordu. Vahsi, Uhud Savasindaki durumu söyle acikliyor: "Halk arasinda Ali'yi aradim. Cok uyanik, girisken, cevik, cekingen ve etrafina cok bakinan bir adamdi. Kendi kendime:"benim aradigim adam bu degildir" dedim. O sirada Hamza'yi gördüm. Halki kasip kavuruyor, kesip biciyordu. Firsat kollamak icin kayanin arkasina gizlendim. Bir ara Şiba'b. Ümmü Emmâr "var mi benle carpisacak bir yigit' diyerek meydan okuyordu. Hamza ona: "Allah ve Rasûlüne sen misin meydan okuyan' dedi. Göz actirmadan, bacaklarindan vurdu yere serdi. Sel sulari arkalarina eristigi sirada ayagi kayip düsünce mizragimi firlatip attim; bögründen vurdum." Hz. Hamza'yi Sehid eden Vahsi daha sonra bir kenara cekilir. Hind üzerindeki takilarini cikarir Vahsi'ye verir. Hz. Hamza'nin yanina gelen Hind, onun burnunu, kulaklarini keser, cesedine iskence yapar, hatta cigerini bile cigneyerek parcalar. Vahsi müslüman olusunu anlatirken: "Mekke'nin fethinden sonra Mekke'ye gelerek Rasûl-i Ekremi gördüm. Bana dedi ki: "Sen Vahsi misin?" Ben cevap verdim: "Evet" Hamza'yi sen mi öldürdün? buyurdular. "Öyle oldu" dedim. Bunun üzerine Allah Rasûlü buyururdular ki: "bana yüzünü göstermemen mümkün mü? Ben de cikip gittim. Rasûlullah'in vefatindan sonra yalanci peygamber Müseyleme ortaya cikti. Belki bu herifi öldürürüm de günahimi öderim, diye düsündüm. Müslûmanlarla birlikte Yemâme'ye gittim ve bildiginiz gibi Mûseyleme'yi öldürdüm (Sahihi Buharî, V, 36, 37). Allah Rasûlünün Hz. Hamza'ya derin bir sevgisi vardi. Bu sevgiden dolayi elinde olmayarak "Vahsi"ye karsi olumsuz bir tutum icinde olmaktan da cekiniyordu. Bu sebeple de Vahsi'yi görmek istememisti. Peygamberimiz, Hz. Hamza'nin sehit oldugunu ögrenince onun basi ucuna gelir ve dua eder. Hz. Hamza, kiz kardesi Safiyye'nin getirdigi bir hirka ile kefenlendi. Peygamberimiz, amcasi Hamzâ'nin cenaze namazini kíldirdi. Hz. Hamza, Uhud'a defnedildi. Hz. Peygamber'den iki veya dört yas büyük olan Hamza, öldürüldügünde elli yedi yasinda idi. Hz. Peygamber (s.a.s) öldürülen her sehid ile beraber Hamza'nin namazini tekrarlamiş; o gün yetmis iki defa onun cenaze namazini kildirmistir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in ilk cenaze namazi kildigi sehidin de Hz. Hamza oldugu söylenmistir. Hz. Hamza'nin esi, cocuklari Medine'de olmadigi icin sehâdetine aglanmamis bunu gören Hz. Peygamber "Hamza'nin niye aglayanlari yok" buyurmustur. Bunu duyan Ensâr önce Hamza icin sonra kendi sehidleri icin aglamaya basliyorlar. Tarihci Vâkidî (V. 207/223) benim zamanima kadar bu adet devam etmekteydi diye naklediyor (Ibnü'l-Esir, Usdü'l-Gâbe, II, 51, 55). Hz. Hamza, bir gün Peygamber Efendimize gelerek Cebraîl (a.s)'i asli yapisiyla görmek istedigini bildirdi. Peygamberimiz, Hz. Hamza'ya "O'nu görmeye dayanabilir misin?" diye sordu. Hz. Hamza, "Evet, dayanabilirim" diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz "otur, öyleyse" buyurdular. Cebrail (a.s.) müsriklerin Kâbe'yi tavaf edecekleri zaman elbiselerini üzerine koymakta olduklari kütüge indi. Peygamberimiz Hz. Hamza'ya "Kaldir gözünü, bak" dedi. Hz. Hamza'ya bakip, Cebrail'in zebercede yesil cevhere benzeyen ayaklarini görünce bayildi. Arkasinin üzerine düstü. Bu olayi Ibn Sa'd Tabakat'inda anlatmaktadir. Hz. Hamza Peygamber (s.a.s)'den su hadisi rivâyet etmistir: "Su duayi hic birakmayin; "Allahümme inni es'eluke bismike'l-a'zam ve ridvânike'lekber" (Ibn Esîr, Usdü'l-Gâbe, II, 55). | |
| | | YaReN Administratör
Mesaj Sayısı : 1139
Rep Gücü : 2171 Tecrübe Puanı : 3 Kayıt tarihi : 22/06/09 Doğum tarihi : 08/10/89 Yaş : 35 Nerden : istanbul\kadıköy İş/Hobiler : öğrenci\hukuk Lakap : ...
| Konu: Geri: Ashab-ı Kiram Salı Tem. 07, 2009 3:14 pm | |
| Hz. Ümmü Gülsüm
Hz. Ümmü Gülsüm Peygamber Efendimizin en küçük kızı olan Hz. Fatıma'nın büyüğü idi. Bir diğer rivayette ise Hz. Fatıma'dan da küçüktü denilmekteyse de sahih olan birincisidir. Hz. Ümmü Gülsüm Efendimize peygamberlik gelmeden önce, Efendimizin amcası Ebu Lehebin oğullarından Uteybe ile nişanlanmıştı. Annesi Hz. Hatice, Müslüman olduğu zaman O da müslüman olmuş Mekkeli kadınlar Peygamberimize biat ederken o da kız kardeşleriyle beraber biat etmişti. Daha sonra Allahıu Teala "Tebbet süresini" indirince Uteybe, babası ve annesinin baskısıyla daha evlenmeden Ümmü Gülsüm'den ayrılmıştı. Tabi bu nasipsiz sadece bununla da kalmamış ve Peygamberimizin huzuruna giderek; "Ben Senin Dinini inkar ediyorum ve kızını da boşuyorum, bundan böyle ne Sen bana gel, ne de ben Sana geleyim" diyerek alçakça hakaretlerle bir canavar gibi Efendimize saldırdı. Gömleğinden tutarak mübarek yakasının yırtılmasına sebep oldu. Efendimiz bundan çok müteesir oldu ve "Ey Rabbim! Canavarlarından bir canavarı buna musallat et!"diye niyazda bulundu. Efendimizin bu duasından sonra Ebu Leheb: "Muhammedin oğlum hakkındaki duasından korkuyorum!" diyordu ve korktukları başlarına geldi. Şöyle ki; Uteybe Kureyşlilerden bir ticaret kafilesi ile yola çıkmıştı. Ve geceleyin Zerka denilen bir yerde konakladılar. İşte o gece bir arslan gelip onların etrafında dolaşmaya başlayınca, Uteybe "Vay anam! Vallahi Muhammedin dediği gibi bu beni yiyecek!" diye endişeye kapıldı. Arslan o gece biraz daha dolaşıp dönüp gitti. Arkadaşları bir zarar gelmesinden korumak için Uteybeyi ortalarına alıp uyudular. Gece yarısı herkes uyurken arslan geri geldi, uyuyanlar arasından geçip onları koklaya koklaya Uteybenin yanına kadar vardı. Uteybeyi başından yakalayıp pençeleriyle parçaladı. Peygamber Efendimiz Medineye hicret ettikten sonra ev halkını Medine'ye getirtmiş, Ümmü Gülsüm de onlar arasında Medineye hicret etmişti. Hz. Ümmü Gülsüm'ün Hz. Osman'la evli bulunan ablası Hz. Rukiyye, Bedir savaşından dönüldüğü sırada vefat etmişti. Hz. Osman buna çok üzülmüştü. Üzüntüsünden çokça ağlar, Onun kabrine gider saatlerce oradan ayrılmazdı. Hz. Ömer bir gün hz. Osman'ın evine gitmişti. Eşi Hz. Rukiyye'nın vefatından dolayı Onun son derece üzgün olduğunu gördü, kızını Ona nikahlamayı uygun buldu Hz. Osman'dan daha iyi bir damat nereden bulacaktı, ve Hz Osman'a, çocuksuz olarak dul kalan kızı Hz. Hafsa ile evlenmesini teklif etti. Hz. Osman bu konuyu biraz düşünmek için müsaade istedi. Birkaç gün sonra birbirlerine rastladıklarında ise, o sıralar evlenmenin kendisi için doğru olmadığı kanaatinde olduğunu söyleyerek özür beyan etti. Tabi bu durum Hz. Ömer'i üzmüştü ama yapacak bir şey yoktu. Aklına Hz. Ebu Bekir geldi. aynı teklifi Ona da yaptı. Takva ve fazilet sahibi kızını seve seve kabul edeceğini umuyordu. Fakat Hz. Ebu Bekir sustu ve hiç cevap vermedi. Tabi Hz. Ömer Ona, Hz. Osman'dan daha çok kızmıştı. Çünkü O hiç olmazsa bir cevap vermiş ve özür beyan etmişti. Oysa Hz. Ebu Bekir tek bir kelime bile etmemişti. İki samimi arkadaşından da olumlu bir cevap alamayışı Hz. Ömer'i çok üzmüştü. Bu derdini Efendimize anlatmaya karar verdi ve yanına gitti: "Ya Resülellah! Ben Osman'a şaşıyorum. Hafsa'yla evlenmekten kaçındı ve buna yanaşmadı. Ebu Bekir'de öyle... diyerek durumu beyan etti ve duyduğu üzüntüyü dile getirdi. Onu dinleyen Efendimiz tebessüm ederek "Hafsa Osman'dan daha üstün biriyle evlenir, Osman'da Hafsadan daha hayırlı birini alır."buyurarak Onu teselli etti. Peygamberimiz bir gün Hz. Osmana rastladı, çok dertli ve üzüntülüydü. "Ey Osman! Bu halin ne, niye ağlıyorsun?" diye sordu, O da "Anam, babam Sana feda olsun Ya Resülellah! Benim başıma gelen kimin başına gelmiştir? Resülüllahın kızı vefat etti. Böylece Seninle aramızdaki kaynata ve damatlık ilişkisi de kesilmiş oldu." dedi. Efendimiz ise "Hayır! Bu hısımlığı ölüm kesmez, ancak boşama keser."buyurdu ve "Ey Osman! şu Cebrail Sana Rukayyenin kız kardeşi Ümmü Gülsümü aynı miktar mehirle nikahlamamı Bana yüce Allah tarafından emretti." diyerek, kızı Ümmü Külsüm'ü, Hz. Osman'a hicretin üçüncü yılı Rebiülevvel ayında nişanlamış, aynı yılın Cemaziyelâhir ayında ise onları evlendirmişti. Zaten Hz. Osman'da bunu umduğu için Hz. Ömer'e evet dememişti. Böylece Hz. Osman Hz. Hafsa'dan daha hayırlısı olan Efendimizin kızıyla evlenmişti. Rukiyye'den sonra Ümmü Gülsüm'ü almış ve Kendisine "Zinnûreyn" iki nur sahibi denilmişti. Daha sonra da Efendimiz Hz. Hafsa'yı Hz. Ömer'den istemiş, böylece Hz. Hafsa'da, Hz. Osman'dan daha üstün biriyle yani Efendimiz aleyhissalatü vesselam ile evlenerek Müminlerin annesi olma şerefine erişmişti. Hz. Osman'dan çocuğu olmayan Hz. Ümmü Gülsüm hicretin dokuzuncu yılı Şaban ayında vefat etmişti. Hz. Ümmü Gülsümü Peygamberimizin halası Safiye ile Esma binti Umeys yıkadı. Yıkama ve kefenleme işinde Ensar kadınlarından Ümmü Atiye de bulundu. Cenaze namazını Peygamberimiz kıldırdı. Allah Ondan razı olsun! | |
| | | YaReN Administratör
Mesaj Sayısı : 1139
Rep Gücü : 2171 Tecrübe Puanı : 3 Kayıt tarihi : 22/06/09 Doğum tarihi : 08/10/89 Yaş : 35 Nerden : istanbul\kadıköy İş/Hobiler : öğrenci\hukuk Lakap : ...
| Konu: Geri: Ashab-ı Kiram Salı Tem. 07, 2009 3:15 pm | |
| Müşriklerin büyük işkencelerine duçar olan ilk sahabilerden biri. Adı Ammâr, künyesi Ebû Yakazan, babası Yâsir, annesi Sümeyye idi. Kaynaklarda nesebi şöyle kaydedilir: Ammâr b. Yâsir b. Âmir b. Mâlik b. Kinâne b. Kays b. Hasin b. el-Vedim b. Sa'lebe b. Avf b. Hârise b. Âmir el-Ekber b. Yamğ b. Anes b. Mâlik el-Anesi elKahtânî. (İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe,IV, I, 44).
Ammâr'ın babası, aslen Kahtanlı'ydı. Öz yurdu Yemen'di. Yâsir, Yemen'den çıkarak Mekke'ye geldi. Yanında oğulları Hâris ve Mâlik de vardı. Burada Mahzumoğullarının müttefiki oldu, Ebu Huzeyfe b. el-Muğîre el-Mahzûmî'nin cariyelerinden Sümeyye ile evlendi. İşte Ammâr, bu evlilikten doğmuştur. Ebû Huzeyfe, Ammâr'ı çok severdi. İkisi adeta büyükbaba ve torun gibiydiler (İbn Sa'd, Tabakâtü'l-Kübrâ,III, 247).
Ebû Huzeyfe'nin ölümünden sonra Mekke'de İslâmî davet gittikçe ilerledi. Resulullah (s.a.s.) Erkam b. Ebi'l-Erkam'ın evinde bulunduğu sırada Süheyb-i Rûmî Hz. Peygamber'e giderek müslüman oldu. Suheyb, yakın arkadaşı Ammar'ı da Allah Resulü'ne götürüp onun da müslüman olmasını sağladı. Ammâr, Resulullah'ın huzurundan çıktıktan sonra evine gelip, anne ve babasına da İslâm'ı anlattı. O gün onlar da İslâm'a girdiler.
Buhârî'nin rivayetine göre Ammâr der ki: "Resulullah (s.a.s.)'ı gördüğüm zaman etrafında beş köle, iki kadın ve Ebû Bekir (r.a.) vardı. Aslında Ammâr'ın İslâm'a girdiği günlerde müslümanlar daha fazlaydı. Fakat, bunlar, müslümanlıklarını açığa vurmadıkları için Ammâr'ın onları sayamaması tabiidir. Bu sırada müslümanlar Kureyş'in zulmünden çekindikleri için dinlerini açıkça ortaya koyamıyorlardı (İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe, IV, 44).
Ammâr, Mekke'de yabancı bir adamdı. Annesi cariye ve babası da Kureyşli değildi. Bunun içindir ki, onun bu şehirde malı ve mülkü olmadığı gibi, iktidar ve nüfuzu da yoktu. Annesi, Mahzumoğullarının cariyelerindendi. Müslüman olunca efendileri çileden çıkmış ve ona türlü türlü işkence ve cefalar çektirmişlerdi. Fakat iman şuuru, ilk müslümanların kalbinde o kadar derin bir şekilde yerleşmişti ki, bunlar imanları yüzünden uğradıkları her mihnet ve meşakkati nimet sayıyorlardı.
İman, onların iliklerine işlemişti ve bu yüzden İslâm uğrunda hiç bir şeyden korkmuyorlardı. İşte İslâm tarihinde ilk şehid Ammâr'ın annesi Sümeyye oldu. Sümeyye ve eşi Yâsir Mekke yöneticileri olan müşrikler tarafından aynı günde şehit edilmişlerdi.
Ammâr bir gün Hz. Peygamber'e kendisinin ve ailesinin uğradığı eza ve cefadan bahsetti. Resulullah (s.a.s.)'da ona: "Sabrediniz, sabrediniz, siz Ammâr'lar, Allah'ın lütfuna mazhar olacaksınız." buyurdu. Başka bir gün de Resulullah, Ammâr ailesini Cennet'le müjdelemişti.
Bir gün müşrikler Ammâr'ı gaddarca işkencelere uğrattılar, yapmadıkları eza tatbik etmedikleri işkence kalmadı. Hz. Ammâr, bu korkunç ve dayanılmaz işkenceden kurtulmak için, onları hoşnut edici birkaç söz söylemek zorunda kaldı. Kâfirler, mustas'af ve himayesiz bir adama yaptıkları eza ve cefalarla söylettikleri sözlerden memnun olarak onu serbest bıraktılar. Hz. Ammâr, müşriklerin elinden kurtulur kurtulmaz, koşa koşa Resulullah'ın huzuruna vardı ve olanları anlattı. Kendisini kızgın kumlara yatırdıklarını ve kuyuya sarkıttıklarını, eğer Lât ve Uzza lehinde ve Resulullah aleyhinde konuşursa bırakacaklarını, aksi takdirde öldüreceklerini; durumun ciddiyetini görünce de sırf kendini kurtarmak için diliyle bazı şeyler söylemek zorunda kaldığını anlattı. Bunları anlatırken bir taraftan da gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Bu manzara karşısında Resul-u Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurdu!
-Ammâr! kalbine sor, kalbini nasıl hissediyorsun ?
-Ya Resulallah, kalbim, imanın verdiği zevkli duygularla dopdolu!
-Ammâr! tekrar böyle muamelede bulunurlarsa, sen de onların dediklerini yap (Nesâi, İmân, 17)
Resulullah'ın bu ruhsatı vermesinin ardından şuayet-i kerime nazil oldu.
"İnandıktan sonra Allah'ı inkâr eden, kalbi imanla yatışmış olduğu hâlde inkâra zorlanan değil, fakat küfre göğsünü açan, küfürle sevinç duyan kimselere Allah'dan bir gazap iner. İşte onlar için büyük bir azap vardır." (en-Nahl, 16/106).
Böylece müminlere tehlike karşısında kurtuluş için diliyle inkâr eder gibi davranma ruhsatı verilmiştir (İbn Sa'd, Tabakât, III, 248).
Ammâr'ın annesi ve babası İslâm davasının ilk şehitleridir. Bu itibarla Ammâr âilesinin İslâm tarihindeki mevkii çok büyüktür. Hz. Ammâr, anne ve babasının İslâm davası uğrunda şehit olduklarını görmekle imanı daha da artmış, müşriklerin bütün eza ve cefalarına göğüs germişti. Bütün ashab onun bu fedakârlığını, herkes için bir ibret numûnesi olan hâllerini yâd ederlerdi. Sâid b. Cübeyr ile Abdullah b. Abbâs (r.a.) Ammâr'ın ancak en dayanılmaz işkencelere uğradığı anlarda müşriklerin elinden kurtulmak için birkaç söz söylediğini beyan ve ifadede birleşirler. Hz. Ammâr, uğradığı bütün bu müşkülleri, giriftâr olduğu bütün işkenceleri derin bir sabırla karşılamış kalbinde yerleşen tevhîd inancı, bir lahza bile sarsılmamış; çölün kızgın kumları, kızgın kayaları sırtını ve göğsünü yaktığı veyahut sular içine daldırılarak boğulmak istendiği zamanlarda bile kalbi hep kelime-i tevhid ile çarpmıştı.
Ammâr b. Yâsir'in Habeşistan hicretine katılıp katılmadığı konusunda ihtilaf vardır. Bazılarına göre, iki Habeş hicretinde de bulunmuştur. Hz. Ammâr Medine'ye ilk hicret edenlerden idi. Hz. Ammâr, Medine'de Hz. Münzir b. Abdülmübeşşirin misafiri oldu. Resulullah (s.a.s.) Medine'ye gelince, onu, Hz. Huzeyfe b. Yemân el-Ensârî ile kardeş yaptı. Ammâr, bu din kardeşinin verdiği arazî parçasında çalıştı. (İbn Sa'd, Tabakât, III, 249).
Resulullah'ın Medine'ye gelmesi üzerine ilk yapılan iş, mescid inşasıydı. Resulullah bizzat ashabıyla beraber bu inşaattà çalıştılar. Ammâr da bütün gücünü sarfederek herkes bir taş getiriyorsa o iki taş getirip, sürekli şu sözleri terennüm etmişti: "Biz müslümanlar, mescidler inşa ederiz!.. "
Ebu Sâid el-Hudrî der ki: Hepimiz mescid için birer taş taşıdığımız hâlde, Ammâr ikişer taş taşıyordu. Resulullah, onu görünce üzerindeki tozları silkeleyerek şöyle buyurmuştu: " Vah Ammâr vah! Seni azgın bir topluluk öldürecektir. Sen onları Hakk'a davet ederken, onlar seni Cehennem'e çağıracaklar. "
Yine bir defa, başka bir münasebetle Resulullah şöyle buyurmuştur: "Eyvah, Sümeyye'nin oğlunu azgın bir topluluk öldürecektir. " (İbn Sa'd, Tabakât, III, 252). | |
| | | YaReN Administratör
Mesaj Sayısı : 1139
Rep Gücü : 2171 Tecrübe Puanı : 3 Kayıt tarihi : 22/06/09 Doğum tarihi : 08/10/89 Yaş : 35 Nerden : istanbul\kadıköy İş/Hobiler : öğrenci\hukuk Lakap : ...
| Konu: Geri: Ashab-ı Kiram Salı Tem. 07, 2009 3:15 pm | |
| Hz. Zeyneb (r. anha), Resûlullah'ın 30 yaşındayken dünyayı şereflendiren en büyük kızıdır. Annesi Hatice bint-i Huveylid'dir. Kız kardeşleri Rukiye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma; erkek kardeşleri ise Kasım ve Abdullah'tır. Hz. Zeyneb çok şanslı bir hanımdı. Hayatında hiç putlara tapmadı. Allah Resûlü'ne ilk vahiy geldiğinde, annesi Hz. Hatice ve kendisi hiç tereddüt etmeden hemen iman edip Müslüman oldular. Hz. Zeyneb evlenme yaşına gelmişti. Ahlakı mükemmel, sözünde duran, dürüst ve mert bir kimse olarak tanınan teyzesinin oğlu Ebu'l-As İbnu'r Rabi ile Mekke'de evlendi.
Hz. Zeyneb Cenab-ı Hakk'ın davetine icabet edip Yüce Peygamber'ini tasdik etmişti; ama kocası Müslüman olmayıp inkarcıların safında yer aldı. Bu durum Hz. Zeyneb'i çok üzüyordu. Kocasının Müslüman olması için sabır ve sebatla Allah'a yalvarıyor, sonsuz teslimiyet ve tevekkülle O'na hep dua ediyordu.
Çünkü, her şey dua ile güzelleşiyor ve dua ile meyve veriyordu...
Mekke müşriklerinin, babasına ve Müslümanlara yaptıkları işkenceler her geçen gün daha da ziyadeleşiyordu. Cenab-ı Hak da Medine'ye hicret etmelerini emretti. Peygamberimiz (sas) Medine'ye hicret ettiğinde Hz. Zeyneb (r. anha) babasıyla hicret etmeyi çok arzu etti; fakat kocası müsaade etmediği için Mekke'de kaldı.
Hz. Zeyneb (r. anha) hem babasının gidişine hem de müşrik bir kocayla evli oluşuna çok üzülüyordu; fakat sabır ve tevekkülle Rabbi'ne dayanmıştı ve O'nun kendisine bir çıkış yolu göstereceğini biliyordu.
Bedir Savaşı gerçekleşti. Kocası Ebu'l-As, müşrikler safında yer alarak Müslüman ordularına karşı savaşıp esir düştü. Hz. Zeyneb (r. anha) bu durumdan haberdar olunca çok fazla üzülmedi. Çünkü, Müslümanların esirlere karşı son derece iyi davranıp şefkatle muamele ettiğini biliyordu. Bununla beraber, Ebu'l-As müşrik olmasına rağmen onun kocasıydı ve esaretten kurtarmalıydı.
Yine de fidye için gönderecek hiçbir şeyi yoktu. Evlenirken annesinin hediye etmiş olduğu gerdanlığı fidye olarak gönderdi. Resûlullah (sas) gerdanlığı görünce onu tanıdı, son derece duygulandı ve 'İsterseniz Zeyneb'in esirini serbest bırakın ve kolyesini de ona iade edin!' buyurdu. Sahabe 'baş üstüne' dediler. Rasûlullah (sas), Ebu'l-As'tan Zeyneb'i kendisine göndermesi (hicretine izin vermesi) hususunda söz aldı ve Ebu'l As da bu sözü verdi.
Peygamberimiz (sas), Ensar'dan bir zatla Zeyd İbnu Harise'yi (ra) Hz. Zeyneb'i getirmek üzere gönderdi ve onlara 'Batn-ı Ye'cic'e gidin. Orada size Zeyneb uğrayacak, buraya gelinceye kadar ona refakat edin.' emrini buyurdu. (Ebu Davud, Cihad 131)
Hz. Zeyneb hazırlığını tamamladı. Kayınpederi Kinane b. Rebi bir deve getirdi, Hz. Zeyneb'i üzerine bindirdi ve onu anlaşma yerine ulaştırmak için yola çıktılar.
Müşrikler haber alır almaz yola koyuldular ve Kinane'ye yetiştiler. Hz. Zeyneb'i Resûlullah'a göndermek istemiyorlardı. Zeyneb'in bindiği deveye ok atmaya başladılar. Devenin yara almasıyla Zeyneb deveden düştü. Hamile olduğu için çocuğunu düşürerek rahatsızlandı.
Nihayet, Hz. Zeyneb (r.anha) Medine'ye ulaşarak babasına kavuştu.
Mekke fethinden kısa bir süre önce Ebu'l-Âs, ticaret yapmak için Şam'a gidip kervanı ile dönerken, Peygamberimizin gönderdiği bir seriyye ile karşılaştı. Malını bırakarak kaçmak zorunda kaldı. Seriyye, mallarla geri döndükten sonra Ebu'l-Âs, karanlıktan istifade ile Medine'ye gelip Zeyneb'e iltica etti ve emân diledi, Zeyneb de ona emân verdi.
Ümame ve Ali adında iki çocuğu oldu; fakat Ali küçük yaşta vefat etti.
Hz. Zeyneb (r.anha) de hicretin 8. yılında vefat etti. Cenaze namazını bizzat Resûlullah (sas) kıldırdı. Allah şefaatlerine nail eylesin. Amin. | |
| | | YaReN Administratör
Mesaj Sayısı : 1139
Rep Gücü : 2171 Tecrübe Puanı : 3 Kayıt tarihi : 22/06/09 Doğum tarihi : 08/10/89 Yaş : 35 Nerden : istanbul\kadıköy İş/Hobiler : öğrenci\hukuk Lakap : ...
| Konu: Geri: Ashab-ı Kiram Salı Tem. 07, 2009 3:16 pm | |
| Adâletin timsâli ikinci büyük halîfe:
Hz. ÖMER
Hz. Hamza’nın Müslüman olması üzerine, Mekkeli müşriklerin telâş ve endîşeleri had safhaya varmıştı. Çünkü parmakla gösterilen kahramanlardan biri de Müslüman olmuş, Resûlullahın saflarında yer almıştı. Bu beklenmedik hâdise, müşrikleri, büsbütün çileden çıkardı.
Hz. Ömer bu sırada daha Müslüman olmamıştı. Bir gün, Resûlullah efendimizi, gördüğü yerde öldürmek niyetiyle evinden çıktı. Sevgili Peygamberimizi Mescid-i Harâm’da namaz kılarken buldu ve namazın bitmesini isteyerek, dinlemeye başladı. Habîb-i ekrem efendimiz, El-Hâkka sûre-i şerîfini okuyordu.
Kalbim meyletti
Hattâboğlu Ömer, Peygamber efendimizin okuduklarını hayranlıkla dinliyordu. Ömründe böyle güzel sözler duymamıştı. Bunu kendisi, sonradan şöyle anlatır:
“Dinlediğim bu sözlerin belâgatına, düzgünlüğüne, derli topluluğuna hayrân olmuş, niçin geldiğimi unutmuştum. Bu hâdiseden sonra, kalbimde İslâma karşı bir istek hâsıl oldu.”
Bu hâdisenin, Hz. Ömer’in Müslüman olmasında mühim te’sîri olmuştur. Çünkü kalbini yumuşatmış, Müslüman olmasına zemin hazırlamıştır.
Hz. Hamza’nın Müslüman olmasından üç gün sonra, Ebû Cehil, müşrikleri toplayıp dedi ki:
- Ey Kureyş! Muhammed, putlarımıza dil uzattı. Bizden önce gelen atalarımızın Cehennemde azâb gördüklerini, bizim de oraya gideceğimizi söyledi! Onu öldürmekten başka çâre yoktur! Onu öldürecek kişiye, yüz kızıl deve ve sayısız altın vereceğim!
Bir anda Hattâboğlu Ömer’in kalbinden, İslâma olan istek kayboldu ve yerinden fırlayarak dedi ki:
- Bu işi Hattâboğlundan başka yapacak yoktur.
- Haydi Hattâboğlu! Görelim seni! Bu işi senden başka yapabilecek kimse yoktur.
Hattâboğlu Ömer, kılıcını kuşanarak yola düştü. Giderken Nu’aym bin Abdullah’a rastladı.
Yolda Nuaym bin Abdullah kendisine sordu:
- Yâ Ömer, böyle şiddet ve hiddetle nereye gidiyorsun?
- Milletin arasına nifâk sokan, kardeşi kardeşe düşüren bir kimseyi öldürmeye gidiyorum.
- Yâ Ömer, güç bir işe gidiyorsun. Onun Eshâbı çevresinde pervane gibi dönmektedir. Ona birşey olmasın diye titremektedirler. Onun yanına yaklaşıp, zarar veremezsin!
Yakınlarınla uğraş
Bu söze çok hiddetlenen Hz. Ömer kılıcına sarıldı:
- Yoksa sen de mi onlardansın? Önce senin işini bitireyim.
Nuaym bin Abdullah cevap verdi:
- Sen benimle uğraşacağına, kardeşin Fâtıma ile enişten Saîd’in yanına git! Onlar, çoktan Müslüman oldular. Sen önce kendi yakınların ile uğraş!
- Hayır, onlar Müslüman olamazlar.
- Bana inanmazsan, git evlerine, kendilerine sor!
Bunun üzerine Hz. Ömer, kardeşini merak edip, öfkeyle hemen evlerine gitti. O sıralarda Tâhâ sûresi yeni nâzil olmuş, eniştesi Saîd ile kızkardeşi Fâtıma bunu yazdırıp, Hz. Habbâb bin Eret adındaki sahâbîyi evlerine getirmiş, okuyorlardı.
Hattâboğlu Ömer, kapıdan bunların sesini duydu. Kapıyı çok sert çaldı. Onu, kılıcı belinde kızgın görünce, yazıyı saklayıp, Hz. Habbâb’ı gizlediler. Sonra kapıyı açtılar. İçeri girince sordu:
- Ne okuyordunuz?
- Bir şey okumuyorduk.
- Hayır, okuyordunuz. İşittiğim doğru imiş. Siz de O’nun sihrine aldanmışsınız!
Niçin utanmazsın?
Hz. Sa’îd’i yakasından tutup, yere attı. Kardeşi, efendisini kurtarayım derken, onun yüzüne de öfkeli bir tokat indirdi. Yüzünden kan akmaya başladığını görünce, kardeşine acıdı. Fâtıma’nın canı yanmış, kana boyanmış idi. Fakat îmân kuvveti, kendisini harekete getirip, Allahü teâlâya sığınarak dedi ki:
- Yâ Ömer! Niçin Allahtan utanmaz, âyetler ve mu’cizeler ile gönderdiği Peygamberine inanmazsın? İşte ben ve zevcim, Müslüman olmakla şereflendik. Başımızı kessen de bundan dönmeyiz.
Sonra Kelime-i şehâdeti okudu. Hattâboğlu Ömer, kızkardeşinin bu îmânı karşısında birden yumuşadı ve yere oturdu. Yumuşak sesle dedi ki:
- Hele şu okuduğunuz kitabı çıkarın.
- Sen temizlenmedikçe, onu sana vermem.
Ömer bin Hattâb gusül abdesti aldı. Ondan sonra Fâtıma, âyet-i kerîme yazılı sahifeyi getirdi. Ömer bin Hattâb güzel okurdu. Tâhâ sûresini okumaya başladı. Kur’ân-ı kerîmin fesâhatı, belâgatı, ma’nâları ve üstünlükleri kalbini gitgide yumuşattı.
(Göklerde ve yeryüzünde ve bunların arasında ve yedi kat toprağın altındaki şeyler hep O’nundur) [Tâhâ: 6] meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyunca, derin derin düşünceye daldı. Dedi ki:
- Yâ Fâtıma! Bu bitmez tükenmez varlıklar, hep sizin taptığınız Allahın mıdır?
- Evet, öyle ya! Şüphe mi var?
- Yâ Fâtıma! Bizim binbeşyüz kadar altından, gümüşten, tunçtan, taştan oymalı, süslü heykellerimiz var. Hiçbirinin, yeryüzünde bir şeyi yok.Şaşkınlığı büsbütün artmıştı. Biraz daha okudu.
(Allahü teâlâdan başka ibâdet edilecek, tapılacak hak bir ilâh, bir ma’bûd yoktur. En güzel isimler O’nundur) [Tâhâ: 8] meâlindeki âyet-i kerîmeyi düşündü. Sonra dedi ki:
- Hakîkaten, ne kadar doğru.
Ömer ile kuvvetlendir
Habbâb bu sözü işitince, gizlendiği yerden fırladı ve tekbîr getirdikten sonra müjdeyi verdi:
- Müjde yâ Ömer! Resûlullah efendimiz Allahü teâlâya duâ ederek, “Yâ Rabbî! Bu dîni, Ebû Cehil yahut Ömer ile kuvvetlendir, buyurdu. İşte bu devlet, bu saâdet sana nasîb oldu.
Bu âyet-i kerîme ve bu duâ, Hattâboğlu Ömer’in kalbindeki düşmanlığı sildi, süpürdü. Hemen;
- Resûlullah nerede? Beni, Resûlullaha götürür müsünüz? dedi. Zîrâ kalbi, Resûlullaha tutulmuştu.
Ömer bin Hattâb’ın Resûlullahı görmek için yola çıktığı sırada, Resûl-i ekrem, Hz. Erkâm’ın evinde Eshâbına nasîhat veriyordu. Hattâboğlu Ömer’in geldiği, Erkâm’ın evinden görüldü. Kılıcı da yanında idi. Heybetli, kuvvetli olduğundan, Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın etrafını sardı. Hz. Hamza dedi ki:
- Ömer’den çekinecek ne var, iyilik ile geldi ise, hoş geldi. Yoksa o kılıcını çekmeden başını uçururum.
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Yol verin, içeri gelsin!
Îmâna gel yâ Ömer!
Cebrâil aleyhisselâm, daha önce, Ömer bin Hattâb’ın îmân etmek için geldiğini ve yolda olduğunu haber vermişti. Resûlullah efendimiz, onu, tebessüm buyurarak karşıladı. Ömer bin Hattâb, Resûlullahın önünde diz çöktü. Resûlullah efendimiz, onu, kolundan tutup buyurdu ki:
- Îmâna gel, yâ Ömer!
O da temiz kalb ile Kelime-i şehâdeti söyledi. Eshâb-ı kirâmın, sevinçten söyledikleri tekbîr sesleri göğe yükseldi.
Hz. Ömer, Müslüman olduktan sonraki hâlini şöyle anlattı:
“Müslüman olduğum zaman, Eshâb-ı kirâm, müşriklerden gizlenir ve ibâdetlerini gizli yaparlardı. Bu duruma çok üzüldüm ve Resûlullaha suâl ettim:
- Yâ Resûlallah! Biz hak üzere değil miyiz?
- Evet. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ister ölü ister diri olunuz, muhakkak hak üzerindesiniz.
- Yâ Resûlallah! Mâdem ki biz hak üzerinde, müşrikler de bâtıl yoldadırlar, o hâlde ne diye dînimizi gizliyoruz? Vallahi biz, dîn-i İslâmı, küfre karşı açıklamaya daha haklı ve daha lâyıkız. Allahü teâlânın dîni, Mekke’de, hiç şüphesiz üstün gelecektir. Kavmimiz bize karşı insaflı davranırlarsa ne âlâ, yok taşkınlık etmek isterlerse, kendileriyle çarpışırız.
Yâ Resûlallah! Seni hak Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, hiç çekinmeden ve korkmadan, oturup İslâmı anlatmadığım bir müşrik topluluğu kalmayacaktır. Artık ortaya çıkalım.
Kabûl buyurulunca, iki saf hâlinde dışarı çıkıp, Harem-i şerîfe doğru yürüdük. Safların birinin başında Hamza, diğerinin başında da ben vardım. Sert adımlarla, toprağı un edercesine, Mescid-i harâma girdik. Kureyşli müşrikler, bir bana, bir Hz. Hamza’ya bakıyorlardı."
Beni bilen bilir
Hz. Ömer’in bu gelişi üzerine, Ebû Cehil ileri çıkıp, “Yâ Ömer! Bu ne hâldir?” deyince, Hz. Ömer hiç aldırış etmeden Kelime-i sehâdet getirdi:
- Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh!
Ebû Cehil ne diyeceğini şaşırdı. Donup kaldı. Hz. Ömer bu müşrik gürûhuna dönerek dedi ki:
- Ey Kureyş! Beni, bilen bilir! Bilmeyen bilsin ki, ben Hattâboğlu Ömer’im. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen yerinden kıpırdasın! Kımıldayanı, kılıcımla doğrayıp yere sererim!
Bunun üzerine Kureyşli müşrikler, bir anda dağılıp, oradan uzaklaştılar.
Böylece, ilk defa Harem-i şerîfte açıktan namaz kılındı.
Hz. Ömer, haksızlık karşısında çok hiddetli olduğu gibi, adâletin yerine getirilmesinde de o kadar şefkâtli idi. Bu yüzden adâleti ile meşhûr olmuştur.
Bir gün at satın almak istedi. Atı tecrübe etmek niyetiyle biniciye verdi. Ata binen kimse, koştururken, at tökezleyip kazâya uğradı. Hz. Ömer atı satıcısına geri vermek istediğinde, satıcı almadı. Sonunda durum, Kâdî Şüreyh hazretlerine intikal etti. Kâdî sordu:
- At, sahibinin izniyle mi koşturuldu?
Hz. Ömer dedi ki:
- Hayır, ben denemek için koşturdum.
Atı almak macbûriyetindesiniz
Bunun üzerine, kâdî şu hükmü verdi:
- Şâyet at sahibinin rızâsı ile tecrübe edilseydi, sahibine iâde edilebilirdi. Fakat, siz sahibinden izin almadığınız için geri veremezsiniz, atı almak mecbûriyetindesiniz.
Hz. Ömer;
- Hak ve adâlet husûsunda boynumuz kıldan incedir, deyip atın bedelini verdi.
Hz. Ömer, sonu pişmanlık olan iş yapmazdı.
Onun zamanında, Müslümanlar İslâmiyeti İran içlerine kadar yaydılar. İranlı meşhûr kumandan Hürmizân, teslîm olmamak için çok direndi, fakat hayatının tehlikeye girdiğini görünce teslîm oldu. Hz. Ömer, huzûruna çıkartılan Hürmizân’a sordu:
- Bize söyliyeceğin bir şey var mıdır?
- Var! Fakat önce ölecek miyim, kalacak mıyım bunu bilmem lâzımdır.
- Konuş, sana zarar gelmiyecektir.
- Ey büyük halîfe, önceleri biz İranlılar siz Arabları öldürüyor, zorla mallarınızı ellerinizden alıyorduk. Ne zaman ki, Allah size peygamber gönderdi. Ondan sonra bizim üstünlüğümüz sona erdi. Siz azîz, biz zelîl olduk.
Söz vermiştiniz
Hz. Ömer, Enes bin Mâlik’e sordu:
- Ne yapalım bunu?
- Öldürmeyelim! Çünkü arkasında büyük bir kalabalık vardır. Belki onlar, ileride Müslüman olabilirler.
- Fakat o, Resûlullahın kıymetli arkadaşlarını şehîd etti. Onu sağ bırakmamız uygun olur mu?
- Yâ Ömer bunu öldürmememiz lâzımdır. Çünkü, “Konuş sana benden zarar gelmez” diye söz de vermiştin.
Hz. Ömer, kim tarafından söylenirse söylensin, doğru sözü hemen kabûl ederdi. Enes bin Mâlik hazretlerinin bu sözleri üzerine, onu öldürmekten vazgeçti. Birçok sahâbînin şehîd olmasına sebep Hürmizân'ın hayatını bağışladı.
Bir müddet sonra da, Hürmizân Müslüman oldu. Ayrıca onun vesîlesi ile birçok kimse îmâna geldi. Hz. Ömer eski can düşmanını bile maaşa bağladı. Çünkü adâlet bunu gerektiriyordu. Adâlet, şahsî fikrin, hissiyâtın üzerinde idi.
Hz. Ömer Şam’ı ziyâret ettiğinde, ordusunun kumandanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretleri büyük bir kalabalıkla karşıladı.
Hz. Ömer ile kölesi beraberlerindeki tek deveye nöbetleşe biniyorlardı. Şehre girişte, sıra köleye gelince, Halîfe devesinden indi. Yerine kölesini bindirdi. Devenin yularından tuttu. Ayakkabılarını çıkarıp dereden geçti.
Hakîr bir kavimdik
Uzaktan bakan; deveye binmiş köleyi halîfe, devenin yularını çeken Hz. Ömer’i de köle zannediyordu. Bunu gören Ebû Ubeyde bin Cerrâh dedi ki:
- Efendim, bütün Şamlılar, bilhassa Rumlar, Müslümanların halîfesini görmek için toplandılar. Size bakıyorlar. Bu yaptığınızı nasıl îzâh edebilirsiniz? Sizi köle zannedecekler, küçümseyecekler.
Hz. Ömer buyurdu ki:
- Yâ Ebâ Ubeyde! Senin bu sözünü işitenler, insanın şerefini, vâsıtaya binerek gitmekte ve süslü elbise giymekte sanacaklar. Biz daha önce zelîl ve hakîr bir kavimdik. Allahü teâlâ, bizleri Müslümanlıkla şereflendirdi. Bundan başka şeref ararsak, Allahü teâlâ bizi zelîl eder, herşeyden aşağı eder.
Bu şekilde şehre girdiler. Gerçekten bu hareketi, onun şerefini küçültmedi, aksine büyüttü. Biz bile 1400 sene sonra, burada, örnek bir hareket diye anlatıyoruz. Eğer tersi olsaydı, o zaman orada unutulup gidecekti.
Halîfe Hz. Ömer, Şam'a gidiyordu. Şam'da vebâ hastalığı olduğu işitildi.Yanında
bulunanların ba’zısı;
- Şam’a girmiyelim, dedi. Bir kısmı da;
- Allahü teâlânın kaderinden kaçmıyalım, dedi. Halîfe de buyurdu ki:
- Allahü teâlânın kaderinden, yine O’nun kaderine kaçalım, şehre girmiyelim. Birinizin bir çayırı ile, bir çıplak kayalığı olsa, sürüsünü hangisine gönderirse, Allahü teâlânın takdîri ile göndermiş olur.
İlk karantina
Sonra Abdürrahmân bin Avf hazretlerini çağırıp sordu:
- Sen ne dersin?
- Resûlullahtan işittim. “Vebâ olan yere girmeyiniz ve vebâ olan bir yerden, başka yerlere gitmeyiniz, oradan kaçmayınız!” buyurmuştu.
Halîfe de;
- Elhamdülillah, benim sözüm, hadîs-i şerîfe uygun oldu, deyip, Şam’a girmediler.
Böylece ilk defa karantina uygulaması yapıldı. Vebâ bulunan yerden dışarı çıkmanın yasak edilmesine sebep, sağlam olanlar çıkınca, hastalara bakacak kimse kalmaz, helâk olurlar. Vebâlı yerde, kirli hava ya’nî mikroplu hava, vebâ basilleri, herkesin içine yerleşince, kaçanlar, hastalıktan kurtulamaz ve hastalığı başka yerlere götürmüş, bulaştırmış olurlar.
Hz. Ömer, devlet başkanı seçildiğinde, Hz. Ebû Bekir’e ta’yîn edilen maaş kadar ücret alıyordu.
Bu şekilde bir müddet devam edildi. Daha sonra, Hz. Ömer, geçim sıkıntısına düştü.
Bu durumu gören, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ba’zıları toplanıp, bu durumu görüştüler. Zübeyr bin Avvâm hazretleri şöyle bir teklifte bulundu:
- Kendisine söyliyerek maaşını artıralım.
Teklifi bildirelim
Toplantıda bulunan Hz. Ali buyurdu ki:
- Bu teklifi kabûl edeceğini zannetmiyorum. İnşâallah kabûl eder. Gidip teklifi bildirelim.
Bu arada, Hz. Osman söz alıp buyurdu ki:
- Ömer’in hak ve adâlette ne kadar ta’vîzsiz olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu teklifimizi bizzat kendimiz değil, kendisini kıramıyacağı birine söyletelim. Bunu, kızı Hafsa’ya anlatalım, o teklif etsin!
Hz. Osman’ın bu teklifi uygun görülerek, beraberce Hz. Hafsa’nın huzûruna vardılar. Aralarındaki konuşmaları anlattılar. İsim vermeden, yapılan teklifleri Hz. Ömer’e bildirmesini istediler.
Hz. Hafsa babasının yanına varıp dedi ki:
- Eshâbdan ba’zıları, senin maaşını az bulmuşlar. Bunun için maaşını artırmayı teklif ediyorlar.
Hz. Ömer, bu teklife celâllenip sordu: | |
| | | YaReN Administratör
Mesaj Sayısı : 1139
Rep Gücü : 2171 Tecrübe Puanı : 3 Kayıt tarihi : 22/06/09 Doğum tarihi : 08/10/89 Yaş : 35 Nerden : istanbul\kadıköy İş/Hobiler : öğrenci\hukuk Lakap : ...
| Konu: Geri: Ashab-ı Kiram Salı Tem. 07, 2009 3:16 pm | |
| Hz. Ömer, bu teklife celâllenip sordu:
- Kimdir onlar?
- Fikrini öğrenmeden kim olduklarını söylemem.
- Eğer kim olduklarını öğrenseydim, onlara gereken cezâyı verirdim. Allahü teâlâya duâ etsinler ki, arada sen varsın.
Sonra kızı Hz. Hafsa’ya sordu:
- Sen Resûlullahın evinde iken, Allahın Resûlünün giydiği en kıymetli elbise neydi?
- İki tane renkli elbisesi vardı. Elçileri onlarla karşılar, cum’a hutbelerini bunlarla okurdu.
- Peki yediği en iyi yemek neydi?
- Yediğimiz ekmek, arpa ekmeği idi.
- Senin yanında kaldığı zamanlar, yerde yaygı olarak kullandığınız en geniş, en rahat yaygı neydi?
- Kaba kumaştan yapılmış bir örtümüz vardı. Yazın dörde katlar, altımıza yayardık. Kış gelince de, yarısını altımıza yayar, yarısını da üstümüze örterdik.
Artanı muhtâçlara vereceğim
Daha sonra Hz. Ömer buyurdu ki:
- Yâ Hafsa, benim tarafımdan, seni gönderenlere söyle! Resûlullah efendimiz kendisine yetecek miktarını tespit eder, fazlasını ihtiyâç sahiplerine verirdi. Kalanı ile yetinirdi. Vallahi ben de kendime yetecek olanını tespit ettim. Artanını ihtiyâç sahiplerine vereceğim. Ve bununla yetineceğim.
Resûlullah efendimiz, ben ve Hz. Ebû Bekir, bir yol takip eden üç kişi gibiyiz. Onlardan ilki nasîbini aldı ve yolun sonuna vardı. Diğeri de aynı yolu tâkip etti ve O’na kavuştu. Sonra üçüncüsü yola koyuldu. Eğer O da öncekilerin takip ettiği yolu takip eder, onlar gibi yaşarsa, onlara kavuşur ve onlarla beraber olur. Eğer öncekilerin yolunu takip etmezse, başka yoldan giderse, onlarla buluşamaz.
Müslümanlar, bulundukları yerlerde oturan gayri müslim halkı korumaları altına aldıkları gibi, turist olarak gelen veya ticârî maksatla gelmiş olan gayri müslimleri de sınırları dâhilinde koruma altına alırlardı. Onların zarar görmemesi için, her türlü tedbiri alırlardı. Bunun geçmişte sayısız örnekleri vardır.
Bize sığınmışlar
Meselâ, Halîfe Hz. Ömer zamanında, bir ticâret kervanı gelip, gece Medîne’nin dışına konakladı. Yorgunluktan hemen uyudular.
Bu sırada, herkes uyurken, Halîfe Hz. Ömer, şehri dolaşıyordu. Dolaşma esnasında bunları gördü.
Hz. Ömer, Abdurrahmân bin Avf’ın evine gelip, yatağından kaldırarak buyurdu ki:
- Bu gece bir kervan gelmiş. Hepsi kâfirdir. Fakat, bize sığınmışlar. Eşyâları çoktur ve kıymetlidir. Yabancıların, yolcuların bunları soymasından korkuyorum. Gel, bunları koruyalım.
Abdurrahmân bir Avf cevap verdi:
- Çok iyi olur, çok güzel düşünmüşsün, hemen geliyorum.
Sabaha kadar nöbetleşe, bu kervanı beklediler. Sabah namazında mescide gittiler. Kervanda bulunan bir genç, o sırada uyanmıştı. Bunları takip edip, arkalarından gitti.
Soruşturup, kendilerine bekçilik eden şahsın Halîfe Hz. Ömer ile arkadaşı olduğunu öğrendi. Gelip, arkadaşlarına şöyle anlattı:
- Arkadaşlar! Sabaha kadar iki Müslümanın bizi bekleyip, eşyalarımızın çalınmasına mâni olduğundan haberiniz var mı?
- Müslümanların başka işi yok da, bizi mi koruyacaklar? Üstelik bizim Hıristiyan olduğumuzu biliyorlar.
- Hem de kim korudu biliyor musunuz?
- Kimmiş?
- Müslümanların Halîfesi Ömer.
- Sen yanlış görmüşsündür. Halîfenin, gecenin bu vaktinde burada işi ne? O sarayında kuş tüyü yatağında yatıyordur.
- Sizin gibi önce ben de inanamadım.
- Sonra nasıl inandın?
- Sabah olup ortalık aydınlanınca, buradan ayrıldılar. Ben de merak edip arkalarından gittim. Câmiye girdiler. Yolda karşılaştığım birisine, “Bu kim” diye sordum. “Halîfemiz Ömer” diye cevap verdi.
Daha ne duruyoruz?
Bu konuşmaları dikkatle dinleyen kâfile halkı, derin bir sessizliğe büründü. Kimsenin konuşacak, birşey söyliyecek hâli kalmamıştı.
Uzun süren bir sessizlikten sonra, içlerinden biri sessizliği bozdu:
- Daha ne duruyoruz? Bu hâl İslâmiyetin gerçek din olduğuna delil olarak yetmez mi?
Diğerleri de bu söze katıldılar. Roma ve İran ordularını perişan eden, adâleti ile meşhûr yüce Halîfenin, bu merhamet ve şefkatini görerek, İslâmiyetin hak din olduğunu anladılar ve seve seve hepsi Müslüman oldular. | |
| | | YaReN Administratör
Mesaj Sayısı : 1139
Rep Gücü : 2171 Tecrübe Puanı : 3 Kayıt tarihi : 22/06/09 Doğum tarihi : 08/10/89 Yaş : 35 Nerden : istanbul\kadıköy İş/Hobiler : öğrenci\hukuk Lakap : ...
| Konu: Geri: Ashab-ı Kiram Salı Tem. 07, 2009 3:16 pm | |
| Meleklerin bile hayâ ettiği halîfe:
Hz. OSMAN
Hz. Osman, Müslüman olmadan önce ticâretle uğraşırdı. Zengin bir tüccârdı. Cemiyette, sevilen, sayılan bir kimseydi. İ’tibârı yüksek idi. Hz. Ebû Bekir’in de arkadaşı, yakın dostu idi. Önemli işlerinde ona danışır, onun fikrini alırdı. Câhiliye devrinin pisliklerine bulaşmadı. Peygamber kızı olsa gerek Müslüman olmasını şöyle anlatır:
Benim firâset sahibi olan bir teyzem vardı. Hastalandığında ziyâretine gitmiştim. Bana dedi ki:
- Yâ Osman! Sen öyle biri ile evleneceksin ki, ne o senden önce bir erkek görmüş olacak, ne de sen ondan önce bir kadın görmüş olacaksın. Bu kız çok güzel olup, sâliha biridir. Ayrıca bu kız, Peygamber kızı olsa gerek.
Ben teyzemin bu sözüne çok hayret ettim. Çünkü, peygamber olarak bildiğim kimse yoktu. Hiç ortada böyle bir şey yok iken, teyzem bunları nereden çıkartmıştı. Şunu da biliyordum ki, teyzem pek çok lâf etmezdi. Benim hayretler içinde kendisine baktığımı görünce konuşmasına şöyle devam etti:
- Merak etme, O kimseye cenâb-ı Haktan vahiy gelmeye başladı. Sen O’nu bulmakta güçlük çekmiyeceksin!
- Ey teyzem, hep sır olan şeyler söylüyorsun. Beni meraklandırıyorsun. Sözlerini biraz açarak beni meraktan kurtar.
- Muhammed bin Abdullah’a peygamberliği bildirildi. Artık halkı hak dîne da’vete başladı. Çok zaman geçmez ki, sen O’nun dînine girer kurtulursun. O’nun dîni, bütün âlemi aydınlatacaktır.
Bu mes’ele benim zihnimi çok meşgûl etmeye başladı. Her önemli mes’elede fikrini aldığım, Hz. Ebû Bekir’e koştum. Teyzemin söylediklerini kendisine aynen bildirdim. Bana dedi ki:
- Teyzen doğru söylemiş. Yâ Osman, sen akıllı adamsın. Hiç görmiyen, işitmiyen, fayda veya zarar veremiyen şeye nasıl tapınılır? O nasıl ilâh olarak kabûl edilir?
- Yâ Ebâ Bekir, doğru söylüyorsun. Ben de bu mantıksızlığın farkındayım. Fakat çâre bulamamıştım.
- Merak etme, artık bize hak yolu gösteren zât geldi. Ben kendisinin peygamber olduğuna inandım, îmân ettim. Gel seni de huzûruna götüreyim, sen de îmân et!
Cennete da'vet eder
Beraberce Resûlullahın huzûruna vardık. Bana buyurdu ki:
- Yâ Osman, Hak teâlâ seni Cennete misâfirliğe da’vet eder. Sen de bu da’veti kabûl et! Ben bütün insanlara hidâyet rehberi olarak gönderildim.
Resûlullahın, güleryüzle gâyet samîmî bir şekilde yaptığı bu da’vet üzerine, hemen büyük bir şevkle kelime-i şehâdet getirip, Müslüman oldum.
Daha sonra Resûlullaha, Şam’a gittiğimde gördüğüm rü’yâyı anlattım. Rü’yâmda, “Ey insanlar, uyanın! Ahmed Mekke’de zuhûr etti” diye nidâ işitmiştim. Sonra da Mekke’ye gelince de, teyzem bana Resûlullah efendimizden haber vermişti.
Hz. Osman, çok cömert idi. İyilik yapmayı, muhtaç kimselerin ihtiyaçlarını görmeyi çok severdi. Güzel hâllerinden dolayı, Resûlullah efendimiz kendisini çok severdi.
Peygamber efendimiz, Eshâbının ileri gelenlerinden çoğunun bulunduğu bir toplantıda, sohbet buyururken:
- Herkes dostunun yanına varsın, buyurdu.
Sen benim sevdiğimsin
Herkes sevdiği arkadaşının yanına gitti. Peygamber efendimiz de, Hz. Osman’ı yanına alıp buyurdu ki:
- Sen, dünyada ve âhırette benim sevdiğimsin.
Hz. Âişe anlatır:
Resûlullah efendimiz, bir gün istirahat ediyordu. Bu sırada Hz. Ebû Bekir içeri girmek için izin istedi.
İzin verilip içeri girdi. Resûlullah hiç hâlini değiştirmedi. Sonra, Hz. Ömer izin alıp içeri girdi. Yine hâlini değiştirmedi. Uzanmış vaziyette iken onlarla sohbet ettiler.
Daha sonra, Hz. Osman kapıya gelip içeri girmek için izin istedi. Peygamber efendimiz oturdular. Hz. Osman’ı bu şekilde kabûl ettiler.
Hepsi gittikten sonra sordum:
- Babam Ebû Bekir ve Hz. Ömer içeri girdiklerinde hiç hâlinizi bozmadınız. Fakat Hz. Osman içeri girince, oturdunuz. Bunun sebebi nedir?
- Meleklerin hayâ ettikleri bir kimseden ben nasıl hayâ etmem.
İbni Mes’ûd hazretleri anlatır:
Bir gün gazâda, Resûlullah ile beraberdim. Yiyecek bitti, asker sıkıntı içerisindeydi. Resûl-i ekrem bu hâle vâkıf olunca buyurdu ki:
- Allahü teâlâ size, güneş batmadan rızık gönderecektir.
Hz. Osman bu sözü işitince, “Resûl-i ekremin her sözü muhakkak doğru çıkar” diye düşünüp, yiyecek bulmaya çalıştı. Bu rızkın gelmesine sebep olmak ve Resûlullahı memnûn etmek istiyordu.
Bunlar nedir?
Bir yerde dört deve yükü yiyecek buldu. Bunu yüksek fiyatla satın alıp, Resûlullahın huzûruna getirdi. Peygamber efendimiz Hz. Osman’a sordu:
- Yâ Osman! Bunlar, nedir?
- Osman’dan Allahü teâlânın Resûlüne hediyedir.
Seyyid-i Kâinatın buyurdukları, gecikmeden yerine gelince, mü’minler sevindiler, münâfıklar mahzûn oldular. Server-i âlem hazretleri mübârek ellerini açıp, şöyle duâ ettiler:
- Yâ Rabbî! Osman’a çok ecir ver.
Hz. Osman muhtaç olanlara bol bol yemek yedirirdi. Fakat kendisi evde sirke ve zeytinyağı yerdi. Yola giderken, devesinin arkasına kölesini de alırdı. Peygamber efendimiz şöyle duâ buyurmuştur:
- Yâ Rabbî! Osman’ın geçmiş ve gelecek gizli, âşikâr bütün günâhlarını affet.
Müslümanlar, Medîne’ye hicret ettikleri zaman, su sıkıntısı vardı. Rûme kuyusundan başka içilecek su yoktu. Bu kuyu da bir Yahûdîye âit idi.
Yahûdî, Müslümanları zor durumda bırakmak için, kuyudan her zaman su vermiyordu. Verdiği günlerde de çok yüksek fiyatla sattığı için herkes alamıyor, fakir Müslümanlar çok sıkıntı çekiyorlardı.
Cenneti müjdeliyordu
Peygamber efendimiz, bu durumu gördükçe üzülüyordu. Kuyuyu satın alıp, Müslümanlara sebil edecek kimsenin, Cennette karşılığını kat kat alacağını müjdeliyor, açıkça Cenneti va’dediyorlardı. Bu müjdeyi işiten Hz. Osman, hemen Yahûdînin yanına varıp, pazarlığa başladı.
Yahûdî, Müslümanların mecbûren bu kuyuyu satın alacaklarını bildiği için, ödenmesi mümkün olmayan bir fiyat istedi. Bu duruma Hz. Osman çok üzüldü. Fakat ne yapıp yapıp bu kuyuyu satın alarak Resûlullahı memnun etmek istiyordu. Yahûdîye dedi ki:
- Senin dediğin fiyatla bu kuyuyu ben satın alamam. Sana bir teklîfim var. Gel seninle beraber ortaklaşa bu kuyuyu işletelim. Böylece kuyu elinden çıkmamış olur. Kuyunun yarı hissesini bana sat. Birgün sen, birgün ben kuyuyu işletelim.
Yahûdî, işin neticesinin nereye varacağını anlayamadı. Teklîf çok hoşuna gitti. On iki bin dirheme kuyunun yarı hissesini verdi. Kuyunun başında bir gün Yahûdî, diğer gün Hz. Osman durup, su veriyorlardı. Yahûdî yine yüksek fiyatla suyu satıyor, Hz. Osman ise bedava olarak veriyordu. Müslümanlar, sıra Hz. Osman’a geldiği vakit, o günün ihtiyaçlarını aldıkları gibi, ertesi günün ihtiyaçlarını da doldurup gidiyorlardı.
Dolayısıyla ertesi gün Yahûdîye gelen olmuyordu.Yahûdî oyuna geldiğini anladı. Fakat iş işten geçmiş oldu. Sonra gelip, kuyunun diğer yarısını da aynı fiyatla Hz. Osman’a satmak istedi. Fakat Hz. Osman kabûl etmedi. Bir müddet sonra tekrar gelip, daha aşağı bir fiyat teklîf etti. Hz. Osman yine kabûl etmedi. Biliyordu ki, Yahûdî mecbûren bu kuyuyu satacaktı. Çünkü başka çâresi yoktu. Daha sonra Yahûdinin ısrârına dayanamıyarak, ucuz bir fiyatla diğer yarısını da satın aldı. Böylece kuyunun tamamı Müslümanların ihtiyaçları için sebil edildi. Peygamber efendimiz, bu habere çok sevinip Hz. Osman’a hayır duâ ettiler.
Her adımına bir köle
Hz. Osman, her fırsatta, Peygamber efendimizi memnûn etmek, O’nun mübârek duâsına mazhâr olmak için fırsat kollardı.
Bir gün Hz. Osman, Resûlullah efendimizi evine da’vet etti. Resûlullah buyurdu ki:
- Yalnız beni mi da’vet ediyorsun?
- Eshâb-ı kirâm da da’vetlidir.
Peygamber efendimiz, Bilâl-i Habeşî hazretlerini, bütün Eshâbına haber vermesi için yolladı. Kendisi de Hz. Ali ile, Hz. Osman’ın evine doğru yürümeye başladı.
Hz. Osman geriden, Peygamber efendimizin adımlarını sayıyordu. Resûlullah bunu fark edip, sebebini sorduğunda, şu cevâbı verdi:
- Yâ Resûlallah! Her adımınıza bir köle azâd edeceğim.
Da’vetten sonra da, saydığı adım kadar köle azâd etti.
Hz. Ömer’den sonra üstünlük sırası, Hz. Osman-ı Zinnûreyn’e gelir. Bunun hilâfeti de ümmetin icmâ’ı ile sâbittir.
Müslüman olduktan sonra, Peygamberimizin kızı Rukayye ile evlendi. Peygamberimizin kızları Rukayye ve Ümmü Gülsüm daha önce Ebû Leheb’in oğulları Utbe ve Uteybe ile nişanlanmışlardı. Peygamberimiz, insanları Müslüman olmaya da’vete başlayınca, Ebû Leheb düşmanlık etmeye başladı. Oğulları da düşmanlık edip, Resûlullahın kızlarını almaktan vazgeçtiler. Böylece Resûlullahı sıkıntıya düşürmek istediler. | |
| | | YaReN Administratör
Mesaj Sayısı : 1139
Rep Gücü : 2171 Tecrübe Puanı : 3 Kayıt tarihi : 22/06/09 Doğum tarihi : 08/10/89 Yaş : 35 Nerden : istanbul\kadıköy İş/Hobiler : öğrenci\hukuk Lakap : ...
| Konu: Geri: Ashab-ı Kiram Salı Tem. 07, 2009 3:16 pm | |
| Osman'a verirdim
Bunun üzerine vahiy gelerek Rukayye Hz. Osman’a nikâh edildi. Rukayye, Bedir savaşından sonra vefât edince, Peygamberimizin diğer kızı Ümmü Gülsüm de Hz. Osman’a nikâh edildi. Bu bakımdan ona, Peygamberimizin iki kızıyla evlenme ni’metine kavuşmuş olduğu için, iki nûr sahibi ma’nâsına “Zinnûreyn” denilmiştir.
Resûlullah efendimiz, ona, birbiri ardınca, iki kızını vermiştir. İkinci kızı vefât edince;
- Bir kızım daha olsaydı, onu da Osman’a verirdim, buyurmuştur.
İkinci kızını verdiğinde, Hz. Osman’ı gâyet medhetmişti. Düğünden sonra kızı dedi ki:
- Ey benim gözümün nûru babam! Hz. Osman’ı gâyet medheylediniz. Buyurduğunuz kadar değil.
Bunun üzerine Resûlullah efendimiz kızına buyurdu ki:
- Ey benim kızım! Osman’dan gökteki melekler hayâ ederler. Ey canım kızım, Osman’a çok saygı göster. Çünkü, Eshâbım arasında, ahlâkı bana en çok benzeyen odur.
Başka bir zaman da:
- Ben Allahü teâlânın huzûrunda, Osman’ın düşmanlarının hasmıyım, onlara karşıyım, buyurdu.
Bir başka zaman da:
- Bütün peygamberler, hayatlarında bir kimse ile iftihâr etmiştir. Ben de Osman bin Affân ile iftihar ederim, buyurdu.
Resûlullah, Hz. Osman’a buğzeden bir kimsenin cenâze namazını kılmamıştır.
Hakkında âyet nâzil oldu
İslâmiyet yayılmaya başlayınca, her taraftan Müslümanlar çoğalıp Medîne’ye geliyordu. Peygamberimizin mescidi dar gelmeye başlamıştı. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Bizim mescidimizi bir zrâ genişleten Cennete gider.
Hz. Osman dedi ki:
- Yâ Resûlallah, malım mülküm sana fedâ olsun! Mescidi genişletme işini üzerime alıyorum.
Mescidi 40 zrâ ya’nî 20 metre genişletti ve bütün masraflarını karşıladı. Bunun üzerine, “Allahın mescidlerini ancak, Allaha, âhiret gününe inanan, namaz kılan, zekât veren ve yalnız Allahtan korkan kimseler ta’mîr eder. İşte hidâyet üzere bulunanlardan oldukları umulanlar bunlardır” meâlindeki Tevbe sûresi 18. âyeti nâzil oldu.
Hz. Osman, Peygamber efendimizin vahiy kâtiplerinden idi. Güzel yazar, güzel konuşurdu. Hitâbeti kuvvetli idi. Kur’ân-ı kerîmi çok okurdu. Ezberi çok ileri derecede idi. Namazda, bir rek’atte bütün Kur’ân-ı kerîmi okuyan dört kişiden biri de Hz. Osman’dır. Çok okuduğu için elinde iki mushaf eskimiştir.
12 sene hilâfet makâmında kalan Hz. Osman, çok cesûr idi. Hiçbir felâket karşısında sarsılmamıştı. Bunun için halîfeliği çok başarılı geçmiştir. Bilhassa halîfeliğinin ilk yılları, İslâm târihinin altın yılları olmuştur. Devrinde birçok yerler fethedilmiştir. Horasan, Hindistan, Mâverâünnehir, Kafkasya, Kıbrıs adası ve Kuzey Afrika’nın birçok yerleri, O’nun devrinde İslâm topraklarına katılmıştır.
Resûlullah efendimiz haber verdi
Hz. Osman, herkese lâyık olduğu vazîfeyi verirdi. Onun ta’yîn ettiği vâliler, askerlikte ve memleketleri fethetmekte, en seçme kimselerdi. İslâm memleketleri batıda İspanya’ya, doğuda, Kâbil ve Belh’e kadar genişledi.
Birgün Resûlullah efendimiz, Eshâb-ı kirâma, meydana gelecek fitneleri zikrediyordu. O sırada kendini örtmüş bir kişi geçiyordu. Server-i âlem buyurdu ki:
- O fitne günü bu şahıs, hidâyet üzere olacaktır.
Kalkıp o şahsa baktılar. Osman bin Affân idi.
O şahsı Resûl-i ekreme göstererek dediler ki:
- Yâ Resûlallah. Bu mudur?
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Evet.
Yine aynı husûsta Hz. Âişe-i Sıddîka’dan rivâyet edilen hadîs-i şerîfte buyurulmuştur ki:
(Yâ Osman! Allahü teâlâ sana hilâfet denen bir gömlek giydirecek. Eğer münâfıklar onu soymak isterlerse, bana kavuşuncaya kadar sakın onu çıkarma!)
Bu hadîs-i şerîf sebebiyle Hz. Osman, muhâsara edildiği zaman halîfelikten çekilmemiştir.
Halîfeliği sırasında adâlet ile davranmaya çok dikkat ederdi. Birgün bir gencin kulağını çekti. Gencin kulağı acıyıp şöyle dedi:
- Efendim, herkesin birbirinden hakkını alacağı kıyâmet gününü düşününüz.
Benim kulağımı çek
Bu söz Hz. Osman’a çok te’sîr etti. Buyurdu ki:
- Ey genç, sen de benim kulağımı çek, ödeşelim.
Genç, Hz. Osman’ın kulağını çekti. Hz. Osman;
- Biraz daha çek, buyurunca, genç dedi ki:
- Siz Kıyâmet gününü düşünerek korktunuz. Ben de o günkü hesaptan korkuyorum.
Hz. Osman buyurdu ki:
- On şey çok zâyi olmuştur: Suâl sorulmayan âlim, amel edilmeyen ilim, kabûl edilmeyen doğru görüş, kullanılmayan silâh, içinde namaz kılınmayan mescid, okunmayan mushaf, Allah yolunda dağıtılmayan mal, binilmeyen vâsıta, dünyayı isteyenin içindeki zühd ilmi, içinde âhiret yolculuğu için azık edinilmeyen uzun ömür.
Hz. Osman zamanında İslâm dünyası çok genişledi. Bütün Arabistan, Afrika’nın büyük bir kısmı, Irak, Hindistan, Çin, Buhara, Türkistan, İran İslâmın idâresi altına girdi. İslâm sancağı İstanbul surları önüne kadar götürüldü.
Fethedilen yerlerdeki halk seve seve Müslüman oluyordu. Böylece Müslümanların sayısı milyonları buldu. Müslümanların bu kadar çoğalması, her milletten insanın bulunması sebebiyle, karışıklıklar da baş göstermeye başladı. Münâfıklar, Müslümanların arasına fitne tohumları ekmeye başladılar.
İbni Sebe yapıyordu
Yahûdîler ve diğer İslâm düşmanları, Müslümanları birbirine düşürmek için el birliği ederek gece gündüz çalışıyordu. Bunların elebaşılığını da Yemenli bir Yahûdî olan, Abdullah bin Sebe yapıyordu.
Mısır’da fitneci kimseleri başına topladı. Kurduğu bir teşkilâtla, câhil ve başıboş Mısır kıptîlerini dünyalık şeylerle kandırarak, çapulcu alayı meydana getirdi.
Onüç bin kişilik bu çapulcu takımı, Medîne’ye kadar yürüyüp Halîfeyi indirmek istediler. Hz. Osman’ın evini kuşattılar. Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Hz. Talhâ, Hz. Osman’ın kapısında nöbet tutuyorlardı.
Hz. Osman, evini saran âsîlere seslenip dedi ki:
- Elebaşlarınızdan iki kişi benim yanıma gelsin!
İstediği iki kişi gelince onlara sordu:
- Resûl-i ekrem efendimiz, Medîne’ye teşrîf ettiği vakit, Müslümanlar susuzluktan kırılıyordu. Peygamber efendimiz, Rûme kuyusunu satın alıp, Müslümanlara bedava su veren kimseye Cenneti va’detti. Bu va’d üzerine kuyuyu satın alıp, Müslümanlara vakfeden ben değil miyim?
- Evet sen idin?
- Darda kalan, İslâm ordusunun tamamını donatan, ben değil miyim?
- Evet sendin?
- Mescid dar geldiği vakit, Resûl-i ekrem efendimiz, “Cennette daha hayırlısını almak üzere, falancanın arsasını kim alıp mescide ilâve eder” buyurduğu vakit onu satın alıp, mescide katan ben değil miyim?
- Evet sensin.
- Resûl-i ekrem, Ebû Bekir ve Ömer ve ben, Sebir dağında otururken, dağ sallanmaya başladığında, “Ey Sebir dağı dur! Zîrâ senin üzerinde bir Peygamber, bir sıddîk ve iki şehîdden başka kimse yoktur!” buyurmadı mı?
- Vallahi doğru söylüyorsun. Aynen öyle oldu.
Fitneden koru
Hz. Osman, “Allahü ekber” diye tekbîr aldı. Sonra:
- Şâhid olun ki, ben şehîdim, buyurdu.
Bu sırada, âsîler duvarı atlayarak içeri girdiler. Hz. Osman Kur’ân-ı kerîm okurken, saldırıp şehîd ettiler. Son nefesini verirken şöyle duâ etti:
- Yâ Rabbî, Ümmet-i Muhammedi, tefrikadan, fitneden koru!
Bunu üç defa tekrarladı.
Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Abdullah bin Selâm hazretleri anlatır:
“Muhâsara esnâsında, Hz. Osman’ın yanına gittim. Bana şunu anlattı:
Bu gece rü’yâmda, şu pencereden Resûl-i ekrem efendimizi gördüm. Aramızda şu konuşma geçti:
- Osman seni muhâsara ettiler öyle mi?
- Evet yâ Resûlallah!
- Seni susuz bıraktılar öyle mi?
- Evet yâ Resûlallah!
İftârı bizimle yap
Bunun üzerine Resûlullah efendimiz bana bir bardak su verdi. Ve ben bu suyu içtim. Göğsümde soğukluğunu hâlâ duyuyorum. Bana buyurdu ki:
- İstersen seni onlara galip getirelim veya istersen iftârı bizim yanımızda yap!
- Yâ Resûlallah, ben sizin yanınızda iftâr etmeyi tercîh ederim.”
Abdullah bin Selâm hazretleri, Hz. Osman’ın yanından çıktıktan sonra isyâncılara dedi ki:
- Tarihte öldürülen her peygamber için yetmiş bin asker öldürülmüştür. Öldürülen her halîfe için de onbeş bin kişi öldürülmüştür. Gelin bu işten vazgeçin! Yoksa âhirette bunun cezâsını çok şiddetli olarak çekeceksiniz! Ayrıca Hz. Osman’ın üzerinizde çok hakkı vardır.
Fakat âsîler sözünü dinlemediler, ayrıca kendisine hakâret ettiler.
Hz. Osman, bir çocuğu doğduğu zaman, onu yedinci günü kucağına alırdı.
Kendisine bunun sebebi sorulduğunda şu cevabı verdi.
- Kalbime onun sevgisinin düşmesini istiyorum. Eğer ölürse göstereceğim sabır ve metânetten dolayı alacağım sevâb daha büyük olur.
Bire yediyüz verene verdik
Bir defasında Medîne’de kıtlık vardı. O sırada Hz. Osman’ın Şam’dan yüz deve yükü buğday kervanı gelmişti. Eshâb-ı kirâm satın almak için yanına gittiler. Hz. Osman dedi ki:
- Sizden daha iyi alıcım var ve sizden daha fazla veren var, ona vereceğim.
Eshâb-ı kirâm durumu Hz. Ebû Bekir’e bildirip dediler ki:
- Kıtlık zamanında böyle yapması uygun olur mu?
Hz. Ebû Bekir buyurdu ki:
- Hz. Osman Resûlullahın dâmâdı olmakla şeref kazanmıştır ve Cennette onun arkadaşıdır. Siz onun sözünü yanlış anladınız, beraber gidelim.
Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman’ın yanına gidip durumu anlatarak buyurdu ki:
- Yâ Osman, Eshâb-ı kirâm senin bir sözüne üzülmüşler.
Hz. Osman şu cevabı verdi:
- Evet ey Resûlullahın halîfesi, onlardan iyi alıcı olan, bire yediyüz veriyor. Onlar bire yedi veriyor. Biz bu buğdayı bire yediyüz verip alana verdik.
Bundan sonra yüz deve yükü buğdayı Medîne’de bulunan fakîrlere, Eshâb-ı kirâma bedava dağıttı. Yüz deveyi de kesip fakîrlere yedirdi. Hz. Ebû Bekir bu işe çok sevinip, Hz. Osman’ın alnından öptü. | |
| | | YaReN Administratör
Mesaj Sayısı : 1139
Rep Gücü : 2171 Tecrübe Puanı : 3 Kayıt tarihi : 22/06/09 Doğum tarihi : 08/10/89 Yaş : 35 Nerden : istanbul\kadıköy İş/Hobiler : öğrenci\hukuk Lakap : ...
| Konu: Geri: Ashab-ı Kiram Salı Tem. 07, 2009 3:17 pm | |
| Allahın arslanı ve Resûlullahın dâmâdı:
Hz. ALİ BİN EBÎ TÂLİB
Hz. Ali Resûlullah efendimizin amcasının oğludur. Hâne-i saâdette büyüdü. 10-12 yaşlarında iken, birgün Resûlullah ile Hz. Hatice’nin beraber namaz kıldığını gördü. Namazdan sonra Resûlullaha sordu:
- Bu nedir?
- Bu Allahü teâlânın dînidir. Seni bu dîne da’vet ederim. Allahü teâlâ birdir, ortağı yoktur. Lat ve Uzza isimli putları terketmeni emrederim.
- Önce babama bir danışayım.
- İslâma gelmezsen, bu sırrı kimseye söyleme!
Hz. Ali ertesi sabah, Resûlullahın huzuruna gelerek dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Bana İslâmı bildir.
Bunun için göremiyorum
Böylece Müslüman oldu. Müslüman olanların üçüncüsü, çocuklardan ise birincisidir.
Peygamberimiz, bazen kuşluk vaktinde, Mekke vâdilerine doğru çıkıp gider, Hz. Ali de, babası Ebû Tâlib’den, bütün akrabâlarından ve halktan gizli olarak Peygamberimizle birlikte gider, namazlarını oralarda kılarlar, akşamleyin de, dönerlerdi.
Birgün, Hz. Ali’nin annesi Fâtıma hâtun, kocası Ebû Tâlib’e dedi ki:
- Ali’nin, Muhammed’in yanına devam ettiğini görüyorum. Senin başına, Muhammed tarafından, oğlun hakkında, güç yetiremiyeceğin bir iş gelmesinden korkuyorum!
- Demek, oğlumu bunun için göremiyorum?
Hemen, Peygamberimizle Hz. Ali’nin ardına düştü. Onlara, Batn-ı Nahle vâdisinde, namaz kıldıkları sırada, rastladı. Peygamberimize sordu:
- Ey kardeşimin oğlu! Edindiğini gördüğüm bu din, ne dînidir?
- Ey Amca! Bu, Allahın dînidir. Allahın meleklerinin dînidir. Allahın peygamberlerinin dînidir. Babamız İbrâhim’in dînidir ki, Allahü teâlâ, beni, Peygamber olarak bununla, bütün kullara gönderdi.
Ey Amca! Doğru yola çağıracağım kimselerden, buna, en çok sen lâyıksın! Bu yoldaki da’vetimi kabûl etmeye ve bana yardımcı olmaya, sen, herkesten daha lâyıksın!
Peygamberimiz, amcasını, İslâmiyete, tevhîde, Allahın birliğine inanmaya ve putlara tapmaktan vazgeçmeye da’vet etti. Ebû Tâlib dedi ki:
- Vallahi, yaptığınız veya söyledikleriniz şeylerde bir mahzûr yoktur. Ey kardeşimin oğlu! Ben, atalarımın dîninden ve ona bağlılıktan ayrılmaya güç yetiremiyeceğim. Fakat, sen, gönderildiğin şey üzerinde dur!
Ben sağ oldukça
Ebû Tâlib şöyle devam etti:
- Vallahi, ben sağ oldukça, yapmak istediğini tamamlayıncaya kadar, sana, hoşlanmıyacağın bir şey erişmeyecektir!
Hz. Ali’ye de, hoşlanmayacağı bir şey söylemedi. Ona sordu:
- Ey oğulcuğum! Üzerinde bulunduğun bu din, nedir?
- Babacığım! Ben, Allaha, Allahın Resûlüne îmân ve onun, Allah tarafından getirdiklerini de, tasdîk ettim. O’na tâbi oldum!
- O, seni, ancak, hayır ve iyiliğe da’vet eder. Sen, onun yolunu tutmakta devam et! Yavrum! Amcanın oğlunun da’vet ettiği şeye, senin de, istiyerek girmen, yaraşır.
Sevgili Peygamberimiz Allahü teâlânın emriyle Mekke’den Medîne’ye hicret ederken Hz. Ali’ye kendi yatağında yatmasını, bıraktığı emânetleri sahiplerine vermesini söyliyerek buyurdu ki:
- Bu gece yatağımda yat, uyu! Şu hırkamı da üzerine ört! Korkma, sana hiçbir zarar gelmez!
Hz. Ali, Peygamber efendimizin emrettiği şekilde yattı. Habîbullahın yerine, hiç korkmadan, kendi nefsini fedâ etmeye hazırdı.
Burada ne bekliyorsun?
Hicret gecesi müşrikler, Resûlullah efendimizin saâdethânelerinin etrafını sarmışlardı. Peygamber efendimiz, evlerinden çıktılar. Yâsîn-i şerîf sûresinin başından on âyet-i kerîmeyi okudular ve bir avuç toprak alıp kâfirlerin başına saçtılar. Resûlullah efendimiz sıhhat ve selâmetle aralarından geçip, Hz. Ebû Bekir’in evine ulaştı. Müşriklerden hiçbiri onu görememişti.
Bir müddet sonra müşriklerin yanına biri gelip sordu:
- Burada ne bekliyorsunuz?
- Evden çıkmasını bekliyoruz.
- Yemîn ederim ki, Muhammed aranızdan geçip gitti, başınıza da toprak saçtı.Müşrikler, ellerini başlarına götürdüler. Hakîkaten, başlarında toprak buldular. Derhal kapıya hücum edip içeri girdiler.
Hz. Ali’yi, Resûl aleyhisselâmın yatağında görünce, Resûl-i ekremin nerede olduğunu sordular. Hz. Ali cevap verdi:
- Bilmem! Beni, onun muhâfazasına me’mur mu ettiniz?
Bunun üzerine Hz. Ali’yi tartakladılar. Kâ’be’nin yanında bir müddet hapsettikten sonra bıraktılar. Hz. Ali, Resûlullah efendimizin Kâ’be-i şerîfte devamlı bulundukları makâma oturdu. “Resûl-i ekremde kimin nesi var ise, gelsin alsın!” diye nidâ ettirdi. Herkes gelip, nişânını söyleyerek emânetini aldı. Böylece emânetler sâhiplerine teslim edildi.
Mekke-i mükerremede kalan Eshâb-ı güzîn, Hz. Ali’nin kanadı altına sığındılar. Resûlullahın saâdethâneleri Mekke’de olduğu müddetçe, Hz. Ali de orada kaldı. Allahın arslanı Hz. Ali, Kureyş kâfirlerinin toplandıkları yere giderek dedi ki:
- İnşâallahü teâlâ yarın Medîne-i münevvereye gidiyorum. Bir diyeceğiniz var mı? Ben burada iken söyleyin!
Nihâyet Ali'de hicret etti
Hepsi başlarını eğip, hiçbir şey söylemediler. Sabah olunca, Hz. Ali, Resûl-i ekrem efendimizin eşyâlarını toplayıp, Resûlullah efendimizin Ehl-i Beyti ve kendi akrabâları ile berâber yola koyuldu. Resûlullah efendimize, şişmiş olan ayaklarından kanlar akar vaziyette, Kubâ’da yetişti.
Gündüzleri saklanıp, geceleri yaya olarak yürüdüğü bu yolculuğun sonunda, Peygamberimizin huzûruna gidemiyecek bir hâle gelmişti. Resûl-i ekrem efendimiz bunu haber alınca, bizzat kendisi teşrif etmiş, Hz. Ali’yi görünce hâline acımış, Onu kucaklamış, mübârek elleriyle nârin, nâzik ayaklarını okşamış, kendisine âfiyeti için duâ buyurmuştu. Bunun üzerine; (İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allahü teâlânın rızâsı için nefsini fedâ eder) [Bekara 207] meâlindeki âyet-i celîlesi nâzil oldu.
Peygamber efendimiz, bir gece eve vardıklarında buyurdu ki:
- Yâ Âişe! Hiç yemeğin var mıdır?
Sözleri biter bitmez kapı çalındı. Kapı açıldığında, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin gelmiş olduğunu gördüler. Peygamber efendimiz sordu:
- Bu vakitte gelmenizin sebebi nedir?
- Yâ Resûlallah! Üç gündür birşey yemedik. Çok acıktık. Mübârek yüzünüzü görerek açlığımızı unutmak için geldik.
Hasan ile Hüseyin de açtır
Hz. Ali ayrıca dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Hz. Fâtıma ile Hasan ve Hüseyin de üç gündür açlar.
Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Üç gündür ben de birşey yemedim.
Sonra Hz. Ali dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Dün yoldan geçerken Mu’âz bin Cebel’in avlusundaki hurma ağacında, hurmalar gördüm.
Peygamber efendimiz:
- Kalkınız, Mu’âz’ın evine gidelim. Bizi hurma ile misâfir etsin, buyurdu.
Resûlullah efendimiz ve üç büyük Eshâbı, Hz. Mu’âz’ın kapısına vardılar. Hz. Ebû Bekir:
- Yâ Mu’âz devlet kuşu başına kondu. Allahın Resûlü evine teşrif etti, diye seslendi.
Fakat, evde bu sesi kimse duymadı. Yalnız Mu’âz hazretlerinin küçük kızı duymuştu. Annesine, Hz. Ebû Bekir’in kapıya geldiğini söyledi. Annesi inanmadı ve dedi ki:
- Kızım, bu vakitte Hz. Ebû Bekir’in kapımızda işi ne?
Tekrar yattılar. Sonra Hz. Ömer ve Hz. Ali seslendi. Kız çocuğu tekrar annesine gitti ise de annesini inandıramadı. Yine yatıp uyudular. Daha sonra Peygamber efendimiz, “Yâ Mu’âz!” diye seslenince, kızcağız, bu sefer, babasına gidip seslendi:
- Babacığım, ne duruyorsun, başımıza devlet kuşu kondu. Allahü teâlânın Resûlü ve üç Eshâbı kapıya gelmişler, seni çağırıyorlar.
Hurmalar hiç eksilmedi
Mu’âz hazretleri hemen kapıya koştu. Misâfirlerini içeri aldı. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Yâ Mu’âz! Üç gündür ben ve Eshâbım hiç yemek yememişiz. Dün Ali yoldan geçerken sizin avludaki hurma ağacında hurmalar görmüş. Geldik ki bizi hurma ile misâfir edesin!
Hz. Mu’âz çok üzülerek cevap verdi:
- Yâ Resûlallah! Bugün hurmaları toplayıp bir kısmını yedik, geri kalanını da fakîrlere dağıttık. Hiç hurmamız kalmadı.
Bunun üzerine Peygamber efendimiz, evde gördüğü büyük bir sepeti Hz. Ali’ye vererek buyurdu:
- Yâ Ali, bu sepeti eline al! Hurma ağacının yanına var! Benden selâm söyle, Resûlullah senden hurma istiyor diye söyle!
Hz. Ali emredildiği şekilde gidip, Resûlullahın selâmını söyleyince, ağaç hurma ile doldu. Sepeti doldurup getirdi. Herkes yediği hâlde hurmalardan hiç eksilme olmadı.
Muhtaç olduğu hâlinden belli olan fakîr biri, Hz. Ali’nin huzûruna gelip oturdu. Hz. Ali kendisine sordu:
- Benden bir isteğin mi var?
Adam utancından, söz ile cevap veremeyip işâret ile muhtaç olduğunu bildirdi. Hz. Ali yanında bulunan, giyecek ve yiyecekleri verdi.
Muhtaç kimse çok sevindi, sonra da çok güzel bir beyit okudu. Okuduğu beyitten hoşlanan Hz. Ali, çocukları için ayırdığı üç altını da verdi.
Değeri yaptığıyla ölçülür
Fakîr, sevincinden ne yapacağını şaşırdı. Hz. Ali, Peygamber efendimizden işittiği şu hadîs-i şerîfi ona nakletti:
(Herkesin değeri, söylediği güzel sözlere, yaptığı iyi işlere göre ölçülür.)
Harbin birinde, Hz. Ali’nin ayağına bir ok saplandı. Ok, kemiğe girdiği için çıkarılamadı. Sonra doktor çağırdılar. Doktor dedi ki:
- Bu oku çıkartabilirim. Fakat, çok ağrı yaptığı için tahammül edilemez. Onun için bayıltmam lâzım.
Hz. Ali şöyle cevap verdi:
- Bayıltmana lüzûm yok. Biraz bekleyin, namaz vakti girince namaza duracağım. O zaman ayağımdaki oku çıkartırsınız.
Dediği gibi yaptılar. Namaza durunca ayağını yarıp oku çıkardılar, hiçbir şeyi hissetmedi.
İşte büyüklerimiz böyle namaz kılarlardı.
Hz. Ali buyurdu ki:
- Müslümanlar, âhırete inanıyor. Kitapsız kâfirler, inkâr ediyor. Tekrar dirilmek olmasaydı, inanmıyanlar birşey kazanmaz, müslümanlar da, zarar etmezdi.
Fakat, kâfirlerin dediği olmayınca, sonsuz azâb çekeceklerdir.
Peygamber aleyhisselâm, birgün kızı Hz. Fâtıma’nın evine teşrif etmişti. Hz. Ali’yi evde bulamayınca kızına sordu:
- Amcamın oğlu nerededir?
- Babacığım, aramızda küçük birşey olmuştu da, dışarı çıktı.
Ali nerededir?
Resûl-i ekrem efendimiz, Hz. Ali’yi aramaya çıktı. Yolda rastladığı Hz. Sehl’e sordu:
- Ali nerededir, gördün mü?
Hz. Sehl arayıp, mescidde olduğunu haber verdi.
Resûlullah Hz. Ali’nin yanına geldi. Hz. Ali, toprağın üzerine yatmış, hırkası omuzundan düşmüş, vücudu toz-toprak içinde kalmıştı.
Resûl-i ekrem bir taraftan toprakları silkeliyor, bir taraftan da:
- Kum, yâ Ebâ Türâb! Ya’ni kalk, ey toprağın babası, diyordu.
Fahr-i kâinat efendimiz, Hz. Ali ile birlikte evlerine gittiler.. Hz. Ali kendisine, Ebû Türâb denilmesinden çok hoşlanırdı.
Çünkü bu lakâb, ona, Allah Resûlünün verdiği ma’nevî bir taltif idi.
Bir gün Hz. Ali’nin annesi Fâtıma hâtun, Ebû Tâlib’e sordu:
- Oğlun nerede?
- Ne yapacaksın onu?
- Âzâdlı kadın kölem, Ecyad’da, onu, Muhammed’le birlikte namaz kılarken gördüğünü, bana haber verdi.
Sonra da Ebû Tâlib’e, “Sen, oğlunun dînini değiştirmesini uygun görüyor musun?!” diye çıkışınca, Ebû Tâlib şu cevâbı verdi:
Üstünlük sırası
- Sus! Amcasının oğluna arka ve yardımcı olmak, elbet, herkesten çok, ona düşer! Eğer, nefsim, Abdülmuttalib’in dînini bırakmak husûsunda bana boyun eğmiş olsaydı, ben de, muhakkak, Muhammed’e tâbi olurdum! Çünkü, o, halîmdir, emîndir, tâhirdir!
Bu cevap üzerine, Fâtıma hâtun da, sustu.
Osman-ı Zinnûreyn’den sonra üstünlük sırası Hz. Ali’dedir. Hilâfeti, ümmetin icmâ’ı ile sâbittir. Resûlullah, kızı Hz. Fâtıma’yı ona nikâh etmiştir. Daha önceleri de putlara saygı göstermediği için, “kerremallahü vecheh” lakâbı verilmiştir. Allahın, kerîm, şerefli, mübârek kıldığı yüz, ma’nâsındadır.
Hz. Ali buyurdu ki:
Ben, Resûlullah efendimizden işittim, şöyle buyurdu:
(Akıllı insana yaraşan; geçim husûslarının, âhıreti ilgilendiren hâllerin ve aîlevî mes’elelerin dışında, konuşmamaktır. Aklı başında olana yaraşan, hâline bakmak, dilini ve karnını faydasız şeylerden ve harâmdan korumaktır.) | |
| | | YaReN Administratör
Mesaj Sayısı : 1139
Rep Gücü : 2171 Tecrübe Puanı : 3 Kayıt tarihi : 22/06/09 Doğum tarihi : 08/10/89 Yaş : 35 Nerden : istanbul\kadıköy İş/Hobiler : öğrenci\hukuk Lakap : ...
| Konu: Geri: Ashab-ı Kiram Salı Tem. 07, 2009 3:18 pm | |
| Yumuşaklık, durulmayı çabuk sağlar ve zor olan şeyleri kolaylaştırır.
Âlim, câhili hemen tanır, çünkü daha önce o da câhildi. Câhil âlimi tanımaz, çünkü daha önce âlim değildi.
Akıl ve ilim, birbirinden ayrılmayan ve zıt olmayan iki kardeş gibidir.
Îmân ve hayâ, birbirinden kopmayan bir bütündür.
Îmân ve ilim, ikiz kardeş ve birbirinden ayrılmayan arkadaş gibidir.
Öfke, tutuşturulmuş bir ateş gibidir. Her kim ki öfkesine hâkim olursa, onu söndürür ve her kim onu salıverirse, ilk yanan kendisi olur.
Ahmaklık, dermânı bulunmayan bir dert, şifâsı olmayan bir hastalıktır.
Allah için kardeş olanların sevgisi, sebebi dâim olduğu için devam eder. Dünya için kardeş olanların sevgisi, sebebi devam etmediği için, kısa sürer, bir an gelir son bulur.
Akıllı, sustuğu vakit tefekkür, konuştuğu vakit zikir eder, baktığı vakit de ibret alır.
Kendisi amel etmeksizin Allah yoluna çağıran kişi, oksuz yaya benzer.
Sükût, sana vakar kazandırır ve seni özür dileme zahmetinden kurtarır.
İhtiras, gâfillerin kalbinde şeytanların sultânıdır.
Hasedcilerin en ehveni, hased ettiği kişinin elindeki ni'metlerin yok olmasını ister.
İlim, insanı Allahın emrettiği şeylere götürür, zühd ise o şeylere erişilmesini kolaylaştırır.
Korkaklık, ihtiras ve cimrilik, Allaha karşı kötü zannın bir araya getirdiği kötü arkadaşlardır.
Mal, harcandığı kadar sâhibine ikrâmda bulunur. Kişinin yaptığı cimrilik kadar ona ihânet eder.
Fakîh öyle biridir ki, insanları Allahın rahmetinden ümitsizliğe düşürmez ve onları Allahın rahmetinden yüz çevirtmez.
Mal ve çocuklar, dünya hayâtının zînetidirler. Sâlih amel de, dünyadan âhırete götürülen mahsûldür.
Allah için seven bir kardeş, en yakından daha yakın, anne ve babalardan daha merhametlidir.
Amel eden câhil kişi, yoldan başka yerde yürüyen gibidir. Bu yürüyüşü ona, ihtiyâcından uzaklaşmaktan başka birşey kazandırmaz.
İnsan, sözü ile tartılır veya işi ile değerlendirilir. Seni zînet yönünden ağır getirecek şeyi söyle ve kıymetini artıracak şeyi yap.
Yalancı, sözünde suçludur, isterse delîli kuvvetli ve ağzı lâf yapan biri olsun.
İstişâre, danışma sana rahatlık, başkasına yorgunluktur.
Dünya mü'minin hapishânesi, ölüm hediyesi, Cennet de varacağı yerdir.
Dünya kâfirin Cenneti, ölüm korkulu rü'yâsı, Cehennem de varacağı son duraktır.
Allaha tâatle uğraşmak en kârlı iş, doğru konuşan dil ise, en güzelidir.
Gaddarlık, herkes için kötü bir şeydir. Şan, şeref sâhibi ve büyük zâtlar için daha çirkindir.
Takvâ, dîni ıslâh, nefsi muhâfaza eder ve mürüvveti süsler.
Akıllı; alçak dünyadan el çeken, Cennet-i a'lâya göz dikendir.
Sabır en güzel huy, ilim en şerefli süs eşyasıdır.
Kalblerin gafletine, gözlerin uyanık olması fayda vermez.
Sıkıntıya düşmeden önce emniyet tedbirini alan kimse, ayağını sağlam yere basmış olur.
Sabır, insanın başına gelene katlanması demektir. Onu kızdırana karşı da kendisine hâkim olmaktır.
Korku kaderi değiştirmez, yalnız sevâbın yok olmasına sebep olur.
İhtiras, rızkı artırmaz.
Kârlı olan, dünyayı âhıretle değiştirendir.
Cimri, dünyada kendi nefsine cömert davranmaz, bütün malını mîrâsçılara vermeye râzı olur.
Mal, sâhibini dünyada yükseltir, âhırette alçaltır.
Hased, bir dert ve hastalık olup, hased eden veya olunan helâk olmadıkça çâresi bulunmaz.
Günâhlar birer dert olup, devâsı istigfârdır.
Sabır iki kısımdır: Sevmediğin şeye sabretmek ve sevdiğin şeye sabretmek.
Sabır, en güzel îmân kisvesi ve insanların en şerefli ahlâkıdır.
Şek ,şüphe, yakîni bozar, îmânı yok eder.
Mürüvvet; insanın, kendisini lekeleyecek şeylerden kaçınması ve güzellik kazandıracak şeylere yaklaşmasıdır.
Cömertlik ve cesâret, şerefli maksatlar olup, Allahü teâlâ bunları sevdiği ve denediği kişilere ihsân eder.
Sıkıntıya karşı sabır etmek, bolluk ânındaki âfiyetten daha efdaldir.
Akıllı, iyiliklerini canlandıran, kötülüklerini öldürendir.
Tûl-i emel, fazla yaşama arzusu, serâb gibidir, bunu gören su sanıp aldanır.
İyiliği tamamlamak, yeniden başlamaktan daha hayırlıdır.
Kendi nefsinden râzı olan, aldanmıştır. Ona güvenen, mağrûr ve yolunu şaşırmıştır.
Gerçek dost, ayıbını görüp nasîhat eden, gıyâbında seni koruyan ve seni kendisine tercîh edendir.
Ahmaklık; herşeyi fuzûliymiş gibi hiçe saymak ve câhil insanlarla arkadaşlık kurmaktır.
Allah için dost olan, kişiye doğru yolu gösteren, fesattan uzaklaştıran ve ibâdetlerinde yardımcı olandır.
İlim, maldan daha hayırlıdır. İlim seni, sen de malı korursun.
Fazîlet; çok mal ve büyük işlerle değil, güzel kemâliyet ve hayırlı işlerle olur.
İslâmiyet, teslimiyettir. Teslimiyet, yakîndir. Yakîn, tasdîktir. Tasdîk, ikrârdır. İkrâr, edâdır, yerine getirmektir. Edâ ise ameldir.
Fazîlet, en iyi maldır. Cömertlik, en güzel mücevherdir. Akıl, en güzel zînettir. İlim, en şerefli meziyettir.
Adâlet, halkın dirliği ve düzeni, idârecilerin süsü ve güzelliğidir.
Akıllı kimse; dilini kötü söz ve gıybetten koruyan, mü'min; kalbini şek ve şüpheden temizleyendir.
İyilikle emretmek, insanların en fazîletli amelleridir.
İffet; nefsin koruyucusu ve kinlerden paklayıcıdır.
Sabır iki kısımdır; belâya sabır iyi ve güzeldir. Bundan daha güzeli, harâmlara karşı sabırdır.
Harâmlardan çekinmek, akıllıların şânı, şereflilerin tabiatındandır.
Allah korkusundan dolayı göz yaşı dökmek, kalbi nûrlandırır. Tekrar günâh işlemekten insanı korur.
Yaptığı günâh bir işle öğünmek, o günâhı yapmaktan daha kötüdür.
Ârifin, yüzü nûr ve tebessüm, kalbi korku ve hüzün doludur.
Dünya; güzel, aldatıcı ve geçici bir serâb, çabuk yıkılan bir dayanaktır.
Sevgi, kalblerin birbirine yakınlaşması ve rûhların ünsiyetidir.
Yumuşaklık, öfke ateşini söndürür. Hiddet ise öfke ateşini körükler.
Mü'min, baktığında ibret alır. Bir şey verilirse, şükür eder. Musîbet ve belâya uğrayacak olursa, sabır eder. Konuşacak olursa, Allahü teâlâyı hatırlatır.
Akıl, mü'minin dostu; ilim, vezîri, sabır, askerlerinin komutanı ve amel ise silâhıdır.
Îmân ile amel, ikiz kardeş olup, birbirinden ayrılmazlar.
Hased edenin sevgisi sözlerinde görülür. Kinini işlerinde gizler. Adı dost, fiili düşmancadır.
Yumuşak başlı olanlar; en sabırlı, derhal affedici ve en güzel huylu olan kimselerdir.
Allahü teâlâdan hayâ etmek, insanı Cehennem azâbından korur.
Gaflet, insana gurûr getirir, helâke yaklaştırır.
Mü'min, dünyaya ibret gözü ile bakar. İhtiyâcı için karnını doyurur. Dünyadan konuşulduğu vakit, nefret ve tenkid kulağı ile dinler.
Fazîlet, gücü yettiğinde affetmektir.
Hayâ ve cömertlik, ahlâkların en efdalidir.
Kötü insan, hiç kimseye iyi zan beslemez. Çünkü o, herkesi kendisi gibi görür.
Kâmil olan kimse, aklı, arzu ve isteklerine galip gelendir.
Söz ilâç gibidir. Azı faydalı, çoğu zararlıdır. | |
| | | YaReN Administratör
Mesaj Sayısı : 1139
Rep Gücü : 2171 Tecrübe Puanı : 3 Kayıt tarihi : 22/06/09 Doğum tarihi : 08/10/89 Yaş : 35 Nerden : istanbul\kadıköy İş/Hobiler : öğrenci\hukuk Lakap : ...
| Konu: Geri: Ashab-ı Kiram Salı Tem. 07, 2009 3:18 pm | |
| Cennetle müjdelenen on sahâbîden biri:
ABDURRAHMAN BİN AVF
Abdurrahman bin Avf, ticâretle meşgul olurdu. Bu sebeple çeşitli yerlere ticâret için giderdi. Şöyle anlatır:
Peygamber efendimize peygamberlik emri bildirilmeden bir yıl önce, ticâret için Yemen'e gittiğim zaman, Askelân bin Avâkir-ül-Himyerî'ye misâfir olmuştum. O zât, çok yaşlı idi ve ona her varışımda ona konuk olurdum. O da bana Mekke'den haber sorarak derdi ki:
- İçinizde kendisi hakkında haber ve zikir bulunan zât zuhûr etti mi? Dîniniz hakkında size karşı olan bir kimse var mı?
Ben de hep, "hayır, yoktur" derdim.
O'na kitap indirdi
Nihâyet, Resûlullah efendimize peygamberlik bildirilip, İslâm dînini insanlara gizlice tebliğ etmeye başladığı sene idi. Yemen'e yine gidip aynı zâta misâfir olduğumda bana dedi ki:
- Ben seni ticâretten daha hayırlı bir müjde ile müjdeleyeyim mi?
- Evet, müjdele.
- Hiç şüphesiz, Allah senin kavminden, kendisinden râzı olduğu, seçtiği bir peygamber gönderdi ve O'na Kitab da indirdi. O, insanları putlara tapmaktan men edecek ve İslâmiyete da'vet edecek. Hakkı buyuracak ve işleyecek, bâtılı da men ve iptâl edecektir. O, Hâşimoğullarındandır. Siz O'nun dayılarısınızdır. Dönüşünü çabuklaştır! Gidip O'na yardımcı ol! Kendisini tasdîk et ve şu beytleri de Ona götür!
Yemenli ihtiyârın söylediği beytleri ezberleyip, Mekke-i mükerremeye döndüm ve Hz. Ebû Bekir ile buluştum. Ona, Yemenli ihtiyârın söylediklerini haber verdim. Ebû Bekir dedi ki:
- O kimse, Abdullah'ın oğlu Muhammed aleyhisselâmdır. Allahü teâlâ, Onu insanlara peygamber olarak gönderdi. Hemen Ona gidip îmân et!
Hemen Resûlullahın evine gittim. Resûlullah efendimizin beni görünce gülümsedi ve sordu:
- Arkanda ne haber var, ey Abdurrahman?
- Yâ Muhammed, bu ne demek?
- Bana tevdî edilmek üzere o kimsenin seninle gönderdiğini getir, ver. Hiç şüphesiz onu bana gönderen Hımyeroğulları mü'minlerinin üstünlerindendir.
Gerçek kardeşlerimdir
Resûlullah efendimizin bu sözlerini işitince hemen Kelime-i şehâdet getirerek Müslüman olma şerefine kavuştum ve Yemenli ihtiyârın söylediği beytleri okuyarak, onun anlattıklarını anlattım. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz buyurdu ki:
- Zaman zaman öyle mü'minler bulunacak ki, onlar beni görmeden bana inanacak ve beni tasdik edeceklerdir. İşte, bunlar, benim gerçek kardeşlerimdir.
Hz. Abdurrahman İslâmiyeti kabûl edince diğer Müslümanlar gibi eziyet ve işkencelere mâruz kaldı. Böylece vatanını terketmek suretiyle hicrete mecbur oldu. Habeşistan'a hicret eden müslümanlarla beraber bu memlekete gitti. Çok geçmeden Peygamber efendimiz Medine-i münevvereye hicretinden sonra Medîne'ye gelerek Resûlullaha katıldı.
Hz. Abdurrahman bütün harplerde bulundu. Bedir'de kahramanlıkları çok oldu. Abdurrahman bin Avf hazretleri, Bedir muhârebesinde şâhit olduğu bir hâdiseyi şöyle anlatır:
Savaş esnâsında yanımda ensârdan iki genç belirdi. Gençlerin gayreti hoşuma gitti. Kendilerine muhabbetle baktım. Gençlerden birisi yanıma yaklaşarak dedi ki:
- Biz, islâm düşmanı Ebû Cehil'i öldürmeye azmettik. Fakat kendisini tanımıyoruz. Onu bize gösterir misin?
- Peki siz bu işi başarabilecek misiniz?
- Resûlullaha ve İslâm dînine hakâret eden kimse sağ olduğu müddetçe, bizim sağ kalmamızın bir önemi yoktur. Allaha yemin ederiz ki, onu gördüğümüzde, kanımızın son damlasına kadar, onu öldürmek için çalışacağız.
Hanginiz öldürdü?
Gençlerin bu kararlı hâline gıpta ettim. Bu arada Ebû Cehil karşıdan geçiyordu. Gençlere dedim ki:
- İşte aradığınız, şu karşıdan geçmekte olan kimsedir.
Ebû Cehil'i gören gençler, Ebû Cehil'in askerlerinin çokluğuna bile bakmadan, kılıçlarını çektikleri gibi, üzerine atıldılar.
Ebû Cehil'in askerleri hiç beklemedikleri böyle bir durum karşısında donakaldılar. Onların şaşkınlıkları geçmeden, gençler, Ebû Cehil'i öldürünceye kadar kılıç darbesine tuttular.
Sonra dönüp Resûlullahın huzuruna geldiler. Ve hâdiseyi arz ettiler. Peygamber efendimiz çok memnûn olarak, gençlere sordu:
- Bunu hanginiz öldürdü?
İkisi de birden dediler ki:
- Ben öldürdüm.
Bunun üzerine, gençlerin kılıçlarını muâyene ettikten sonra;
- İkiniz öldürmüşsünüz, buyurdu.
Abdurrahman bin Avf hazretleri, Uhud savaşında yirmi yerinden yaralandı. 12 dişi kırıldı. Peygamber efendimiz, Medîne'de kendisini Saîd bin Rebii hazretleri ile kardeş yaptı. Kardeşi, malına ve servetine onu da ortak yapmak istediğinde şöyle dedi:
- Aziz kardeşim, Allah sana ve çoluk çocuğuna bereket ihsân etsin, malını çoğaltsın! Sen bana çarşının yolunu göster, ben orada ticâret yapar ihtiyâçlarımı karşılarım.
Bu serveti nasıl kazandın?
Bu sözü Peygamber efendimize bildirilince, çok sevindi. Kendisine hayır duâ etti. Bu duâdan sonra yaptığı ticâret sebebiyle kısa zamanda çok zengin oldu. Buyururdu ki:
- Taşa uzansam, o taşın altında ya altına veya gümüşe rast gelirdim.
Abdurrahman bin Avf hazretlerine sordular:
- Bu büyük serveti nasıl kazandın?
- Çok az kâra râzı oldum. Hiçbir müşteriyi boş çevirmedim.
Abdurrahman bin Avf, Resûlullahın sağlığında Allah yolunda çok mal harcadı. Üç kere malının yarısını verdi. Birinci defa 4000 dirhem, ikincide 40.000 dirhem ve üçüncüde de 40.000 altın sadaka olarak Allah yolunda dağıttı.
Uhud savaşı esirlerinden 30 tanesini azâd ettirdi ve her birine 1000 altın dağıttı. Tebük seferi için 500 at ve 500 yüklü deve verdi.
Birgün buğday, un ve çeşitli zahire yüklü 700 devesi ile Medîne'ye girdiğinde, Hz. ^Aişe, Resûlullah efendimizin;
- Abdurrahman bin Avf, Cennete emekliyerek girer, buyurduğunu bildirince, Abdurrahman bin Avf, develerin hepsini yükleriyle birlikte Allah yolunda dağıtacağını söz verip, onu şâhit tutmuştur.
Resûlullaha imâm oldu
Bedir harbinde bulunup da sağ kalanların herbirine, kendi malından 400 dirhem altın para verilmesini vasiyet etti. Vasiyeti hemen yerine getirildi.
Tebük harbi dönüşünde, Peygamber efendimiz gecikince, namaz geçmesin diye, Abdurrahman bin Avf hazretleri imâm yapıldı. İkinci rek'atte iken Peygamber efendimiz yetişip kendisine uydu. Namazdan sonra;
- Bir peygamber sâlih bir kimsenin arkasında namaz kılmadıkça rûhu kabzolmaz, buyurdu.
Abdurrahman bin Avf hazretleri nakleder:
Bir gün Peygamber efendimiz yalnız olarak, yola çıktı. Ben de geriden tâkip ediyordum.
Hurmalık bir yere vardı. Yere kapandı. Secde o kadar uzadı ki, kendi kendime, "Aman yâ Rabbî, acaba Resûlullaha birşey mi oldu?" diyerek büyük bir korku ile yanına yaklaştım ve oturdum.
Resûlullah, secdeden başını kaldırıp sordu:
- Sen kimsin?
- Ben Abdurrahman'ım.
- Bir şey mi oldu?
- Hayır yâ Resûlallah, secdeniz o kadar uzadı ki, size bir hâl olmasından endişe ettim.
- Yâ Abdurrahman! Cebrâil aleyhisselâm şunu müjdeledi: "Yâ Resûlallah, kim ki, sana salât ve selâm getirirse, Cenâb-ı Hakkın magfiret ve selâmına nâil olur." Ben de bu müjde sebebiyle şükür secdesinde bulundum.
Seni ağlatan nedir
Abdurrahman bin Avf hazretleri, Resûlullahın âhırete teşrîfinden sonra, Onunla geçirdiği günleri hatırlıyarak dâimâ ağlardı. Onun sohbetlerinden mahrûm olduktan sonra, kendisi için dünyanın hiçbir kıymeti kalmadığını söylerdi.
Nevfel bin İyas hazretleri anlatır:
Abdurrahman bin Avf hazretleri, bizi bir gün evine götürdü. Bize tepsi içinde leziz yemekler ikrâm etti. Yemeği önümüze koyunca, ağlamaya başladı. O ağlayınca biz de ağlamaya başladık. Fakat niçin ağladığımızı bilmiyorduk. Sordum:
- Ey Abdurrahman, seni bu kadar ağlatan nedir?
- Biz bu kadar ni'metler içerisindeyiz. Resûlullah vefât etti. Fakat kendisi ve ehli arpa ekmeğinden bile bir defa olsun doyasıya yemedi. Biz bu yediklerimizin şükrünü nasıl yapacağız? Bunun için ağlarım.
Abdurrahman bin Avf, Hicretin 6. senesinde, Resûlullah efendimiz tarafından Kelb kabîlesini İslâma da'vet etmek için Dûmet-ül-Cendel'e gönderilen 700 kişilik orduya, kumandan tâyin edildi. Dûmet-ül-Cendel, Tebük şehrinin yakınında olup, büyük bir panayır ve ticâret merkezi idi.
Resûlullah efendimiz, Abdurrahman bin Avf'ı yanına çağırıp buyurdu ki:
- Hazırlan! Seni bugün veya yarın sabah inşâallah askerî birliğin başında göreceğim.
Yolculuk elbisem üzerimdedir
Sabah namazını mescidde kıldıktan sonra, Peygamber efendimiz onun Dûmet-ül-Cendel'e hareket etmesini ve oranın halkını İslâmiyete da'vet etmesini emir buyurdu. Dûmet-ül-Cendel'e gidecek ordu, seher vakti Medîne dışındaki Cürüf denilen mevkîde toplandı. Peygamber efendimiz, Abdurrahman bin Avf'ın geride kaldığını görünce buyurdu ki:
- Arkadaşlarından niçin geri kaldın?
- Yâ Resûlallah! En son görüşmemin ve konuşmamın sizinle olmasını istedim. Yolculuk elbisem üzerimdedir.
Abdurrahman bin Avf, başına, siyah pamuklu ve kalın bezden, gelişi güzel bir bez sarmıştı. Peygamber efendimiz, onun sarığını eliyle çözüp, sarığın ucunu iki omuzunun ortasından sarkıtarak bağladı ve, "Ey İbni Avf! İşte sarığını böyle sar" buyurdu. Daha sonra eline bir sancak vererek devam etti:
- Ey İbni Avf! Allahü teâlânın adıyla, O'nun yolunda cihâd et ve Allahı inkâr edenlerle çarpış. Zulüm ve taşkınlık yapma. Allahın emri dâiresinde hareket et. Çocukları öldürme. Eğer o belde ahâlisi senin da'vetine icâbet ederlerse, o kabîlenin reîsinin kızıyla evlen.
Abdurrahman bin Avf, emrine verilen 700 kişilik orduyla birlikte hareket ederek, Dûmet-ül-Cendel'e ulaştı. Kelb kabîlesini, tatlı bir üslûbla İslâma da'vet etti. Üç gün orada kaldıktan sonra, Kelb kabîlesinin reîsi Esbağ bin Amr ve kavminin büyük bir kısmı Müslüman olup, Hıristiyanlığı terkettiler. Bir kısmı da Hıristiyan olarak kalıp, cizye vermeye râzı oldular.
Abdurrahman bin Avf, Müslüman olan Esbağ'ın kızı Tümadır ile evlendi. Onunla birlikte Medîne'ye geldi. Tümadır, Abdurrahman bin Avf'ın oğlu Ebû Seleme'nin annesidir. Ebû Seleme ise Medîne'nin yedi büyük fıkıh âlimlerinden biridir.
Bunları koruyalım
Hz. Ömer'in halîfeliği zamanında bir ticaret kervanı gelip, gece Medîne'nin dışında kondu. Yorgunluktan hemen uyudular. Halîfe Ömer, şehri dolaşırken bunları gördü. Abdurrahman bin Avf'ın evine gelip dedi ki:
- Bu gece bir kervan gelmiş. Hepsi kâfirdir. Fakat bize yabancı olanların, yolcuların; bunları soymasından korkuyorum. Gel, bunları koruyalım.
Sabaha kadar bekleyip, sabah namazında mescide gittiler. İçlerinden bir genç uyumamıştı. Arkalarından gitti. Soruşturup, kendilerine bekçilik eden şahsın halîfe Ömer olduğunu öğrendi. Gelip arkadaşlarına anlattı. Roma ve İran ordularını perişan eden, binlerce şehir almış olan, adâleti ile meşhur yüce halîfenin, bu merhamet ve şefkatini görerek, İslâmiyetin hak din olduğunu anladılar. Hepsi seve seve Müslüman oldu.
Abdurrahman bin Avf hazretleri, fazîlet ve kemâl sâhibi bir insandı. Kalbi sadece, Allah korkusu, Resûlüne muhabbet, doğruluk, iffet, merhamet ve şefkat ile doluydu. Allah yolunda malını dağıtmaktan zevk alırdı.
Eshâb-ı kirâmın en zenginlerinden olduğu hâlde, mala karşı en ufak bir sevgisi yoktu. Her zaman âhireti dünyaya tercîh ederdi. En büyük arzûsu, dînin emirlerine eksiksiz uyabilmekti.
Ayakları açık kalıyordu
Bir gün bir yerde yemek ikrâm edilmişti. O gün de kendisi oruçlu idi. Tam iftâr edeceği zaman, bir hâtırasını anlatması istendi. Hemen hâtırasını anlatmaya başladı:
"Benden çok hayırlı olan Mus'ab bin Ümeyr şehîd olduğunda, onu bir kumaş parçası ile kefenledik. Başını örttüğümüz zaman, ayakları açık kalıyor, ayaklarını örttüğümüz zaman başı açık kalıyordu.
Sonra Hz. Hamza şehîd oldu. O da benden çok üstündü. Onu da zor şartlar altında defnettik. Onlar benden çok hayırlı olduğu hâlde, dünyayı bırakıp gittiler. Sonra bize dünya kapısı açıldı. Türlü türlü ni'metlere kavuştuk. Bunların hesâbını nasıl vereceğiz" deyip ağlamaya başladı.
Oruçlu olduğunu unutup, iftâr yemeğini bile yemedi. Zaten o günleri hatırlayınca yemek yiyecek hâli de kalmıyordu.
Halîfe Ömer Şam'a gidiyordu. Şam'da tâ'ûn ya'nî vebâ hastalığı olduğu işitildi. Yanında bulunanların ba'zısı, "Şam'a girmiyelim" dedi. Bir kısmı da dedi ki:
- Allahü teâlânın kaderinden kaçmıyalım.
Bunun üzerine Halife de buyurdu ki:
- Allahü teâlânın kaderinden, yine O'nun kaderine kaçalım, şehre girmiyelim. Birinizin bir çayırı ile, bir çıplak kayalığı olsa, sürüsünü hangisine gönderirse, Allahü teâlânın takdîri ile göndermiş olur.
Sonra Abdurrahman bin Avf'ı çağırıp sordu:
- Sen ne dersin?
- Resûlullah efendimizden işittim ki, (Vebâ olan yere girmeyiniz ve vebâ olan bir yerden başka bir yere gitmeyiniz, oradan kaçmayınız) buyurmuştu.
Halife de, "Elhamdülillah, benim sözüm hadîs-i şerîfe uygun oldu" deyip Şam'a girmediler.
Vebâlı yerden kaçmak
Vebâ bulunan yerden dışarı çıkmanın yasak edilmesine sebep, sağlam olanlar çıkınca, hastalara bakacak kimse kalmaz, helâk olurlar. Vebâlı yerde kirli hava, herkesin içine yerleşince, kaçanlar hastalıktan kurtulamaz ve hastalığı başka yerlere götürmüş, bulaştırmış olurlar. Hadîs-i şerîfte buyuruluyor ki: | |
| | | YaReN Administratör
Mesaj Sayısı : 1139
Rep Gücü : 2171 Tecrübe Puanı : 3 Kayıt tarihi : 22/06/09 Doğum tarihi : 08/10/89 Yaş : 35 Nerden : istanbul\kadıköy İş/Hobiler : öğrenci\hukuk Lakap : ...
| Konu: Geri: Ashab-ı Kiram Salı Tem. 07, 2009 3:19 pm | |
| (Vebâ hastalığı bulunan yerden kaçmak, muharebede kâfir karşısından kaçmak gibi, büyük günâhtır.)
Hz. Ömer vefât ederken halîfeliğe aday olarak gösterdiği 6 kişiden biri de Abdurrahman bin Avf'dır. Hz. Ömer'in defninden sonra, tâyin edilen bu altı sahâbî toplandılar. İlk olarak Abdurrahman bin Avf söz alıp şöyle dedi:
- Ey Cemâ'at! Bu husûsta hepimizin de görüşleri var. Dinleyiniz, öğrenirsiniz, anlarsınız. Muhakkak ki, hedefe isâbet eden ok, isâbet etmeyenden üstündür. Bir yudum yavan fakat soğuk su, hastalığa sebep olan tatlı sudan daha faydalıdır.
Sizler, Müslümanların rehberleri, mürâcaat olunan âlimlerisiniz. O hâlde, aranızda meydana gelecek ihtilâflarda bıçağın ağzını köreltmeyin. Kılıçları düşmanlarınızdan ayırıp kınlarına sokmayınız. Yoksa düşmanlarınız karşısında tek kalmış, amellerinizi noksanlaştırmış olursunuz.
Fitne ehli
Herkesin muayyen bir eceli, her evin emrine itâat edilen, yasaklarından çekinilen bir emîri, reisi vardır. Öyleyse aranızdan, işlerinizi görecek birisini emir tâyin edin. Böylece maksada erişirsiniz. Şâyet, kör fitne, şaşırtan dalâlet olmasaydı niyetlerimiz bildiklerimizden, amellerimiz niyetlerimizden başka olmazdı. Zîrâ fitne ehli; gözlerinin görmediğini, fitnenin kendilerini, çölde şaşkın, nereye gideceğini bilmez bir şekilde bıraktığını söylerler.
Nefslerinize ve fitnecilerin sözlerine uymaktan sakınınız. Sözle olan hîle, kılıcın yarasından daha şiddetlidir. Halîfeliği; musîbet ve felâket zamanlarında metânet ve sabırlı, bu işte muvaffak olacağını umduğunuz, onun sizden, sizin ondan râzı olacağınız birisine veriniz. Size nasîhat eder görünen fesatçılara itâat etmeyiniz. Size yol gösteren rehbere muhâlefet etmeyiniz. Söyleyeceklerim bundan ibârettir. Allahü teâlâdan kendim ve sizin için magfiret dilerim.
Abdurrahman bin Avf bundan sonra, şu teklifte bulundu:
- İçimizden üçümüz, diğer üçümüz lehine adaylıktan çekilsin.
Abdurrahman bin Avf'ıın bu teklifi hemen kabûl olunarak Zübeyr Ali'ye, Talhâ Osman'a, Sa'd bin Ebî Vakkâs da Abdurrahman bin Avf'a oylarını verdiler. Arkasından Abdurrahman bin Avf da çekildi ve Hz. Osman ile Hz. Ali kaldılar. Netîcede Hz. Osman'a bîât olundu.
Sen emînsin
Hz. Abdurrahman yüksek ahlâk, fazîlet ve kemâl sahibi, çok iyi ve çok temiz, seciyeli bir insandı. Onun kalbi, Allah korkusu ile Resûl-i ekreme muhabbetle, doğruluk ve iffetle, rahmet ve şefkatle dolu idi. Cömertti. Allah yolunda malını dağıtmaktan zevk alırdı. Kalbinde Allah korkusu o kadar yer etmişti ki, kendisi hiç bir vakit dünyasını dînine tercih etmemiş, hayatta servet ve mal sahibi olmaya ehemmiyet vermemiş, tam Müslüman olarak yaşamayı herşeyin üstünde tutmuştu.
Abdurrahman bin Avf'ı Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kirâmın büyükleri methetmişlerdir. Resûlullah efendimiz onun hakkında buyurdu ki:
- Göktekiler ve yerdekiler katında, sen emînsin.
Abdurrahman bin Avf 651 senesinde 75 yaşında vefât etti. | |
| | | YaReN Administratör
Mesaj Sayısı : 1139
Rep Gücü : 2171 Tecrübe Puanı : 3 Kayıt tarihi : 22/06/09 Doğum tarihi : 08/10/89 Yaş : 35 Nerden : istanbul\kadıköy İş/Hobiler : öğrenci\hukuk Lakap : ...
| Konu: Geri: Ashab-ı Kiram Salı Tem. 07, 2009 3:19 pm | |
| Cennetle müjdelenen ümmetin emîni:
EBÛ UBEYDE BİN CERRÂH
Araplar arasındaki nâdir okuma-yazma bilenlerden olan Ebû Ubeyde bin Cerrâh ve arkadaşları Osman bin Maz’ûn, Ubeyde bin Hâris, Abdurrahman bin Avf, Ebû Seleme, Hz. Ebû Bekir’in vâsıtasıyla, Resûlullahın huzûrunda Müslüman oldular.
Hz. Ebû Ubeyde, Hz. Ebû Bekir’in vâsıtasıyla îmâna gelenlerin onuncusudur. Îmâna geldiğinde 31 yaşındaydı. O günden, vefâtına kadar malıyla, mevkisiyle ve canıyla İslâmiyeti yaymak için çalıştı.
İki defa hicret etti
Mekke’de kâfirlerin eziyet ve işkencelerinin artması üzerine, Peygamber efendimizin izniyle Habeşistan’a hicret etti. Sonra Medîne’ye hicret edince, Peygamberimiz onu Hz. Sa’d bin Mu’âz ile kardeş yaptı.
Bedir gazâsında, düşman saflarında babası da bulunuyordu. Bu gazâya melekler de katılmış, insan şekline girerek ellerindeki kılıçlar ile kâfirlerle çarpışmıştı. Bu savaşta Ebû Ubeyde büyük kahramanlık göstermişti.
Hz. Ubeyde, Uhud cenginde de büyük kahramanlık gösterdi. Peygamber efendimiz, Ebû Ubeyde ile Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretlerini ön safta çarpışanlara kumandan olarak seçti. Kâfirleri, merkezde bulunan sevgili Peygamberimize yaklaştırmamak için bütün güçleri ile savaştılar.
Peygamber efendimiz dahî düşmanı geriletecek şekilde yayıyla, okuyla, kılıcıyla çarpışıyordu. Eshâb-ı kirâm canlarını dişlerine takmışlar, Peygamberimizin etrafında pervane olmuşlardı. Hz. Hamza, Hz. Ali, Hz. Ebû Dücâne, Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs, Hz. Mus'ab bin Umeyr, Hz. Ubeyde bin Cerrâh, Hz. Talha, Hz. Zübeyr gibi Eshâb-ı kirâm, Peygamberimizi korumaya çalışıyorlardı.
Pek çok Eshâbı çarpışa çarpışa şehîd oldu. Düşman gerilemişti. Zafere yaklaşılmıştı. Zafer sevinciyle yerlerini terkeden Eshâb-ı kirâmın bulundukları yerden, düşman süvârileri saldırıya geçti ve Peygamber efendimize kadar sokuldular.
İbni Kâmia denilen müşrik, Resûlullahın mübârek başına kılıcını vurdu, miğferin demiri mübârek yanaşına saplandı.
Dişleriyle çıkardı
Eshâb-ı kirâm, tekrar toparlanıp müşriklere saldırdı. Düşmanı Peygamberimizin yanından uzaklaştırdılar. Hz. Ebû Ubeyde’nin, sevgili Peygamberimizin mübârek yanaklarına batan demir halkaları dişleriyle çekip çıkarırken iki ön dişi kırıldı.
Bu savaş, Eshâb-ı kirâmın düşmanı kovalamasıyla neticelendi. 97 kadar şehîd verildi. Bunların içinde şehîdlerin serdârı Hz. Hamza, yeğeni Abdullah bin Cahş ile aynı kabre defnedildiler. Mus’ab bin Umeyr de bu savaşta şehîd olmuştu.
Hz. Ebû Ubeyde, Uhud, Hendek, Hayber gazâlarında görülmemiş şekilde cenk etti. Mekke’nin fethinde de Peygamber efendimizin yanlarında bulundu.
Resûlullah efendimiz, hicretin onuncu yılının Rebî’ul-evvel ayının 12’sinde, Pazartesi günü öğleden önce vefât etti. Eshâb-ı kirâm, pek çok üzülüp gözyaşı döktü. Çoğunun dili tutulup, bir müddet konuşamadı.
Bir karışıklık çıkabilir
Hz. Ebû Ubeyde de gözyaşlarını tutamıyordu. Bütün Eshâb-ı kirâm kan ağlıyor ve devâsız derdi çekiyordu. İçerde cenâze hazırlıklarını yaparlarken, kapı vuruldu. Gelen kimse dedi ki:
- Ebû Bekir ve Ömer burada mı?
Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer cevap verdiler:
- Evet buradayız.
- Medîneliler, Benî Sa’îde Konağında toplandılar, kimin halîfe olacağını konuşuyorlar. Belli bir kimseyi daha seçemediler. Herkes, kendi kabîlesi reisinin seçilmesini istiyor. Bir karışıklık çıkabilir. Acele gelip bu işi hâllediniz.
Müslümanlar arasında büyük bir ayrılık baş göstermek üzere idi. İşte böyle bir anda, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer ve Hz. Ebû Ubeyde, oraya Hızır gibi yetiştiler. O anda, Ensârdan biri kalkıp diyordu ki:
- Bizler, Resûlullaha yardım ettik. Muhâcirler bize sığındı. Halîfe bizden olmalıdır.
Hâlbuki Resûlullah her yerde, sağ yanına Hz. Ebû Bekir’i, sol yanına Hz. Ömer’i alır, Ebû Ubeyde için de, “Bu ümmetin emînidir” buyururdu.
Üçü birdenbire meydana çıkınca, sanki Resûlullah kalkmış, oraya gelmiş gibi oldu. Herkes, bunların ne söyleyeceğini bekliyordu. Hz. Ebû Bekir, uzun bir konuşma yaptı. Sonra Hz. Ömer konuştu. Sonra da Hz. Ebû Ubeyde dedi ki:
- Ey Ensâr! Başlangıçta, bu dîne hizmet eden sizlerdiniz. Sakın işi önce bozan da sizler olmayasınız!
Sonra Hz. Ebû Bekir, “Size şu iki zâtı aday yaptım, birini seçiniz” diyerek, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Ubeyde’yi gösterdi. Her ikisi de çekindiler, “Hz. Peygamberin ileri geçirdiği bir kimsenin önüne kim geçebilir!” dediler. Hz. Ömer buyurdu ki:
- Yâ Ebâ Bekir! Resûlullah, seni hepimizin önüne geçirdi, elini uzat! Ben seni halîfe seçtim.
İlk bî’at, Hz. Beşir, sonra Hz. Ömer tarafından oldu. Sonra da Hz. Ebû Ubeyde ve diğer Eshâb-ı kirâm Hz. Ebû Bekir’i halîfe seçtiler.
Yüzleri en güzel yüz
Eğer, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Ubeyde hazretleri yetişmeseydi, Müslümanlar parçalanacaktı. Bu üç Eshâbın hizmeti Kıyâmete kadar unutulmayacaktır.
Hz. Ömer’in oğlu Abdullah der ki:
- Kureyş halkının içinde üç kişi vardır ki, yüzleri en güzel yüz; akılları, en selim akıl; kalbleri, en metîn kalbdir. Bunlar Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman ve Hz. Ebû Ubeyde’dir.
Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh, hayatını hep İslâma hizmetle geçirmiş, insanların ebedî saâdete kavuşmaları için çırpınmıştır. Kabr-i şerîfi Şam’dadır.
Hz. Ebû Bekir halîfe olunca, Ebû Ubeyde’yi kumandan tayin etti. Humus, Şam, Ürdün ve Filistin’i fethetmek ve oradaki insanların da İslamiyetle şereflenmeleri için gönderdi. Hz. Ebû Ubeyde, Bizanslıların, Suriye’yi kurtarmak için topladıkları büyük bir haçlı ordusunu Yermük’te karşıladı. Halîfe Hz. Ebû Bekir, Ebû Ubeyde’ye yardım için Hz. Hâlid bin Velid’i gönderdi.
İslâm kumandanları bu savaş için Hâlid bin Velîd’i başkumandan seçtiler. Düşman ordusu 240 bin, İslâm ordusu 40 bin civârında idi. Hâlid bin Velid, orduyu biner kişilik alaylara bölüp, her birine alay kumandanı tayin etti. Ebû Ubeyde’yi merkeze, diğer kumandanları sağ ve sol kanatlara yerleştirdi.
Yüzbin Rum öldürüldü
Bizans ordusu üzerine saldırıya geçildi. Savaş bütün hızıyla devam ederken, Bizans generallerinden Yorgi, Hz. Hâlid bin Velid’in “Allahın kılıcı” lâkabını duyarak, hidâyete gelip Müslüman oldu.
O da Müslümanların safında Bizanslılarla savaştı. Uzun ve çetin savaşların neticesinde, koca Rum ordusu yenilerek dağıldı. Yüzbin Rum öldürüldü. İslâm ordusundan ise 3 bin yiğit şehâdete kavuştu.
Bu savaşta İslâm kadınları da savaştı. Bu zafer bütün Şam beldesinin fethine sebep oldu. Zafer müjdesi halîfeye bildirildi. Sonra Hz. Hâlid bin Velid ve Hz. Ebû Ubeyde, “Fıhl” mevkiinde 80 bin Rum ile çarpıştılar. Onları da akşama kadar süren bir savaşta mağlup ettiler.
Hz. Ebû Bekir vefât edince, yerine geçen halîfe Hz. Ömer, Hz. Ebû Ubeyde’nin başkumandan olarak yine fetihlere devam etmesini emretti. Ebû Ubeyde, ordusuyla Humus’a hareket etti. Sulh ile Humus’u da aldı.
Hz. Ebû Ubeyde, ordusunu toplayarak Antakya’ya hareket etti. Maarra, lazikiye, Antaritus, Banyas, Selimiye zaptedilerek gidiliyordu. Kinnesrin’e Hz. Hâlid bin Velid’i gönderdi. Kendisi Haleb’e geldi. Haleb’i fethederek, Antakya’yı kuşattı. Antakya da zaptedildi.
Hz. Ebû Ubeyde halîfeye durumu bildiren bir rapor gönderdi. Halîfe, fethedilen yerlere, İslâm kuvvetlerinin yerleştirilmesini emretti. Bu emri yerine getiren Hz. Ebû Ubeyde, birçok kale ve şehri fethederek Fırat nehrine kadar ilerledi.
Fethettiği yerlere memurlar tayin ederek Kudüs’e geldi. Kudüs kuşatıldı. Kudüslüler sulh yapmak istediklerini, yalnız bu sulhta Hz. Ömer’in de bulunmasını, yoksa sulh yapmayacaklarını Ebû Ubeyde’ye bildirdiler. Durum Hz. Ömer’e arzedildi.
Hz. Ömer Kudüs’e geldi
Hz. Ömer, yerine Hz. Ali’yi vekil tayin ederek Kudüs’e geldi. Kudüslülerle sulh yapıldı. Hz. Ömer sulhtan sonra Medîne’ye döndü.
Rum Kayseri Heraklius, kaybettiği toprakları geri almak için harekete geçti. Büyük bir haçlı ordusu hazırladı. Hz. Ebû Ubeyde, bu karardan vaktinde haberdar olup, durumu halîfeye bildirerek, nasıl hareket edeceğini sordu.
Hz. Ömer, İran’la harbetmekte olan Hz. Sa’d’a emir göndererek, Ebû Ubeyde’ye yardım etmesini bildirdi. Hz. Sa’d, Ka’ka bin Amr’ı dörtbin mücâhidle yardıma gönderdi. Başkumandan Hz. Ebû Ubeyde, Şam’ın Cezire ile irtibatını keserek, haçlı ordusunun üzerine yüklendi. Kısa zamanda haçlı ordusunu perişan ederek büyük bir zafer daha kazandı.
Şam’da 639 senesinde, veba hastalığı salgın hâlde olup, çok Müslümanın ölümüne sebep olmuştu. Hz. Ebû Ubeyde de bu salgına yakalandı. Öleceğini anlayınca, orada hazır bulunanlara bir vasiyetinin olduğunu bildirdi. Vasiyetinde buyurdu ki:
- Namazınızı kılınız! Orucunuzu tutunuz! Sadakanızı veriniz! Haccınızı yapınız! Birbirinize iyilikte bulununuz! Âlimlere ve büyüklerinize itaat ediniz! Dünyaya aldanmayınız!
İnsanların en akıllısı Allahü teâlânın emirlerini yerine getirenlerdir. Hepinize Allahü teâlânın selâm ve rahmetini, lutuf ve bereketini niyâz ederim. Haydi yâ Mu’âz, cemâ’ate namazı kıldır!
Yemin ederim ki...
Bu sözleri söyledikten sonra gözlerini yummuş, yerine Mu’âz bin Cebel’i vekil etmişti. Vefât ettiğinde 58 yaşında idi.
Mu’âz bin Cebel hazretleri cemâ’ate bir hutbe okudu. Burada buyurdu ki:
- Yemin ederim ki, Ebû Ubeyde gibi, dinine bağlı, temiz ve merhametli insanlar çok azdır. Dünyaya hiç meyletmeyen, emrindekilere hep iyiliği ve birbirlerini sevmeyi emreden bu mübârek Ebû Ubeyde hazretlerine hakkınızı helâl edin ve duâ ediniz!
Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh, fazîlet timsâli bir zâttı. Allahü teâlânın emirlerinden dışarı çıkmazdı. Peygamber efendimize muhabbeti pek ziyâde idi. Resûlullah efendimizden aldığı bir emri yerine getirmek için, canını fedâdan çekinmezdi. Zühd ve takvâ sâhibi, pek merhametli idi.
Askerlerine ve tebaasına çok şefkatli idi. Hz. Ömer, Şam’a gittiği zaman, kendisini karşılayanlara, “Kardeşim Ebû Ubeyde nerede?” diye sorduğunda, “Geliyor efendim” diyerek gelmekte olan Hz. Ebû Ubeyde’yi gösterdiler.
Sağlığında, Cennet ile müjdelenen iki büyük Sahâbî selâmlaştılar. Hz. Ebû Ubeyde, Hz. Ömer’e,
- Buyurunuz yâ Emîr-el-Mü’minîn, diyerek, onu evine götürdü.
Hz. Ömer, Ebû Ubeyde’nin evinin içini görünce buyurdu ki:
- Nerede senin eşyan? Burada bir keçe, bir kırba gibi şeylerden başka bir şey yok. Sen emîrsin, senin burada yiyecek bir şeyin yok mu?
Seni değiştirmedi
Hz. Ebû Ubeyde, ona bir zenbil getirerek, içinden birkaç lokma çıkardığında, Hz. Ömer ağlamaya başladı. Bunun üzerine Ebû Ubeyde dedi ki:
- Sen bizlere, “Kuşluk vakti dinlenmemize yetecek kadar şey bize kâfi” demiştin.
Bu kadarı da bizim için kuşluk dinlenmesine kâfidir. Bunun üzerine iyice duygulanan Hz. Ömer, buyurdu ki:
- Ey kardeşim Ebû Ubeyde, dünya herkesi değiştirdi, yalnız seni değiştiremedi.
Bir defa Hz. Ömer, Hz. Ebû Ubeyde’nin şahsına dört bin dirhem göndermiş ve bu parayı ona götürecek elçiye tenbih etmişti:
- Dikkat et, bakalım bu parayı ne yapacak?
Hz. Ebû Ubeyde, bu parayı aldıktan sonra, onu hemen askerleri arasında taksim etti. Elçi, geri dönünce hâdiseyi anlattığında, Hz. Ömer de buyurdu ki:
- Hamdolsun ki, Müslümanlar arasında böyle insanlar var.
Peygamberimizin huzuruna 630 senesinde, Necrân’dan bir Hyristiyan heyeti geldi. Uzun konuşmalardan sonra, Resûlullah efendimizin Peygamber olduğunu kabûl ettiler. Ve dediler ki: | |
| | | YaReN Administratör
Mesaj Sayısı : 1139
Rep Gücü : 2171 Tecrübe Puanı : 3 Kayıt tarihi : 22/06/09 Doğum tarihi : 08/10/89 Yaş : 35 Nerden : istanbul\kadıköy İş/Hobiler : öğrenci\hukuk Lakap : ...
| Konu: Geri: Ashab-ı Kiram Salı Tem. 07, 2009 3:19 pm | |
| - Yâ Resûlallah! Eshâbından bir emîn kimseyi bizimle beraber gönder, zekâtlarımızı, vergilerimizi ona verelim!
Peygamberimiz de yemin edip, buyurdu ki:
- Gâyet emîn bir kimseyi sizinle gönderirim.
Kalk yâ Ebâ Ubeyde!
Eshâb-ı kirâm, emîn olarak kimin şerefleneceğini merak ediyorlardı. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Kalk yâ Ebâ Ubeyde! Ümmetimin emîni işte budur!
Hz. Ebû Ubeyde bu müjdeye kavuşunca, sevincinden ağladı. Hz. Ebû Ubeyde vazifesini çok güzel yapmış, dönüşünde hazineyi altınla doldurmuştu. Dönüşünde Eshâb-ı kirâm onu karşılamaya çıktılar. Resûlullah efendimiz, Eshâbını bu hâlde görünce, gülümseyerek onlara buyurdu ki:
- Öyle sanıyorum ki, siz, Ebû Ubeyde’nin hayli dünyalıkla geldiğini duydunuz, onu sevinçle karşılıyorsunuz!
Onlar da, “Evet yâ Resûlallah” diye tasdik ettiler.
Bunun üzerine Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Sevininiz ve sizi sevindirecek ni’metleri bundan böyle her zaman umunuz! Vallahi bundan sonra, sizin fakir olacağınızdan korkmam. Fakat sizin için korktuğum bir şey varsa, o da, sizden önce gelip geçen ümmetlerin önüne dünya ni’metlerinin yayıldığı gibi, sizin önünüze de yayılarak, onların birbirlerine haset ettikleri ve nefsaniyet güttükleri gibi, sizin de birbirlerinize düşmeniz ve onların helâk oldukları gibi sizin de mahvolup gitmenizdir.
Resûlullah efendimiz sahil tarafına bir sefer düzenleyip, Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh’ı, emîr tayin etti. Bu sefere 300 Eshâb-ı kirâm katılmıştı. Hz. Câbir der ki:
Biz bu yola çıktık. Hz. Ebû Ubeyde mücâhidlere, yanlarında ne kadar erzak varsa getirmelerini emretti. Getirilen erzakı bir araya topladı ki, bu toplanan erzak, iki dağarcık hurmadan ibâretti.
Ebû Ubeyde, bu hurmadan hergün azar azar vererek bizi geçindiriyordu. Nihayet hurmalar tükenince, yokluğunun acısını tattık.
Bize de yediriniz!
Sonra deniz sahiline vardık. Bir de ne görelim? Deniz sahilinde kocaman bir balık bulunuyordu. Bunu, deniz sahile atmıştı. Ebû Ubeyde bize dedi ki:
- Bu deniz mahlûkunun etinden yiyiniz! Biz de yedik. Medîne’ye dönüp, Resûlullah efendimizin yanına geldiğimizde, bu vak’ayı arzettik. Peygamber efendimiz de buyurdu ki:
- Azîz mücâhidler, yiyiniz! Allahü teâlâ onu denizden rızıklanmanız için çıkarmıştır. Yanınızda varsa bize de yediriniz!
Ve getirilen etten yediler.
Rum Kayseri Heraklius’un büyük ordularını perişan eden İslâm askerlerinin başkumandanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretleri, zafer kazandığı her şehirde adamlarını bağırtarak, Rumlara halîfe Hz. Ömer’in emirlerini bildirirdi. Humus şehrini alınca da buyurdu ki:
Ey Rumlar! Allahü teâlânın yardımı ile ve halîfemiz Ömer’in emrine uyarak, bu şehri de aldık. Hepiniz ticaretinizde, işinizde, ibâdetlerinizde serbestsiniz!
Sizi koruyacağız!
Malınıza, canınıza, ırzınıza kimse dokunmayacaktır! İslâmiyetin adâleti aynen size de tatbik edilecek, her hakkınız gözetilecektir!
Dışardan gelen düşmana karşı, Müslümanları koruduğumuz gibi, sizi de koruyacağız! Bu hizmetimize karşılık olmak üzere, Müslümanlardan hayvan zekâtı ve uşr aldığımız gibi, sizden de, senede bir kere cizye vermenizi istiyoruz. Size hizmet etmemizi ve sizden cizye almamızı Allahü teâlâ emretmektedir.
Humus Rumları, cizyelerini seve seve getirip, Beytülmâl emîni Habîb bin Müslim’e teslim ettiler. Bu arada Heraklius’un, bütün memleketinden asker toplayarak, Antakya’ya hücûma hazırlandığı haberi alınınca, Humus şehrindeki askerlerin de, Yermük’teki kuvvetlere katılmasına karar verildi.
Cizyeleri geri alın!
Bunun üzerine Ebû Ubeyde hazretleri, şehirde memurların şöyle başırmalarını emretti:
Ey Hıristiyanlar! Size hizmet etmeye, sizi korumaya söz vermiştim. Buna karşılık, sizden cizye almıştım. Şimdi ise, halîfenin emri üzerine, Heraklius ile gazâ edecek olan kardeşlerime yardıma gidiyorum.
Size verdiğim sözde duramayacağım. Bunun için hepiniz Beytülmâle gelip, cizyelerinizi geri alın! İsimleriniz ve verdikleriniz, defterimizde yazılıdır.
Suriye şehirlerinin çoğunda da böyle oldu. Hıristiyanlar Müslümanların bu adâletini, bu şefkatini görünce, senelerden beri Rum imparatorlarından çektikleri zulümlerden ve işkencelerden kurtuldukları için bayram yaptılar.
Sevinçlerinden ağladılar. Çoğu da seve seve Müslüman oldu. Kendi arzûları ile, Rum ordularına karşı İslâm askerine câsusluk yaptılar.
Hz. Ömer, Ebû Ubeyde hazretlerini çok severdi. Hattâ bir gün Hz. Ömer arkadaşlarına sordu:
- Allahü teâlânın dînine hizmet için ne isterdiniz?
Birisi hizmet için ev dolusu altın, bir başkası da mücevher istedi. Onlar da Hz.Ömer’e sordular:
- Sen ne isterdin?
Hz. Ömer de şöyle buyurdu:
- Ben de Ebû Ubeyde bin Cerrâh gibi emin arkadaşlarımın olmasını isterdim. Bunlar ile dînin yayılmasına hizmet ederdim.
Şam’ın fethinde, Müslümanların, tarihin şeref levhasına geçmesine sebep bir olay olmuştur. İslâmiyeti kendilerine ezeli düşman gören Batı için, ibretlik vesîkalardan biri olan bu olay, şöyle meydana geldi:
Şam’ın fethinde, Hâlid bin Velid hazretleri, şehrin bir tarafından girdi. Kendisine karşı koyulduğu için, kılıç kullanarak şehirde ilerliyordu.
Hedefi, o zaman için şehrin en büyük kilisesi olan şimdiki Câmi-i Emevî idi.
Aynı anda kiliseye girdiler
Şehrin diğer tarafından da, Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretlerinin komutasındaki askerler ilerliyordu. Fakat, buradaki halk kendisine karşı koymuyordu. Bunun için rahat bir şekilde kılıç kullanmadan ilerliyorlardı. Tabiî ki, bunun ilk hedefi de, şehrin en büyük kilisesi idi.
Müslümanlar, İslâm şehri olduğunun simgesi olarak, kılıç zoru ile aldıkları şehrin en büyük kilisesini câmiye çevirir, diğer kiliselere dokunmazlardı. İstanbul’un fethinde olduğu gibi.
Bu iki büyük kumandan, aynı anda iki ayrı kapıdan bu kiliseye girdiler. Ve kilisenin ortasında birbirleri ile karşılaştılar.
Bu büyük zaferden dolayı, birbirlerini tebrik için kucaklaştılar. Hâlid bin Velid hazretleri, kilisenin câmiye çevrilmesini istedi. Bu teklife, Hz. Ebû Ubeyde karşı çıktı: | |
| | | YaReN Administratör
Mesaj Sayısı : 1139
Rep Gücü : 2171 Tecrübe Puanı : 3 Kayıt tarihi : 22/06/09 Doğum tarihi : 08/10/89 Yaş : 35 Nerden : istanbul\kadıköy İş/Hobiler : öğrenci\hukuk Lakap : ...
| Konu: Geri: Ashab-ı Kiram Salı Tem. 07, 2009 3:20 pm | |
| - Yâ Hâlid! Bilmez misin, sulh, barış yolu ile alınan şehrin kiliselerine dokunulmaz!
- Fakat ben kılıç kullanarak buraya geldim.
- Ben ise kılıç kullanmadım, barış yolu ile buraya kadar geldim.
- Peki o zaman ne yapacağız yâ Ebâ Ubeyde?
- Kilisenin yarısı yine kilise olarak kalacak, diğer yarısı câmiye çevrilecek! Çünkü, kilisenin yarısı kılıç zoruyla, diğer yarısı sulh yoluyla alındı.
O meşhur Bizans generallerini karşısında heybetinden titreten Hâlid bin Velid’in, karara en ufak bir şekilde bile tepkisi olmadı. Hattâ, Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretlerine teşekkür etti.
Yarısı câmiye çevrildi
Bu hâdiseden sonra, kilisenin yarısı câmiye çevrildi. Melik bin Mervan zamanına kadar bu böyle devam etti. Mervan kilisenin tamamını câmiye çevirdi. Hıristiyanlar mecburen buna râzı oldular.
Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretleri, sağ iken, Cennet ile müjdelenen on Sahâbîden biridir. “Ümmetin Emîni” lâkabıyla övülen yüce Sahâbînin asıl ismi, Âmir bin Abdullah bin Cerrâh’tır. Bütün gazâlarda bulundu. Çok kahraman idi.
Sevgili Peygamberimizin yanında bütün gazâlarda bulundu. Peygamber efendimizin şu hadîs-i şerîfleriyle şereflendi:
- Ebû Bekir Cennettedir. Ömer Cennettedir. Osman Cennettedir. Ali Cennettedir. Talha Cennettedir. Zübeyr Cennettedir. Abdurrahman İbni Avf Cennettedir. Sa’d ibni Ebî Vakkâs Cennettedir. Sa’îd İbni Zeyd Cennettedir. Ebû Ubeyde ibnil Cerrâh Cennettedir. | |
| | | YaReN Administratör
Mesaj Sayısı : 1139
Rep Gücü : 2171 Tecrübe Puanı : 3 Kayıt tarihi : 22/06/09 Doğum tarihi : 08/10/89 Yaş : 35 Nerden : istanbul\kadıköy İş/Hobiler : öğrenci\hukuk Lakap : ...
| Konu: Geri: Ashab-ı Kiram Salı Tem. 07, 2009 3:20 pm | |
| Resûlullahın okçusu:
SA’D BİN EBÎ VAKKÂS
Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, Hz. Ebû Bekir vâsıtasıyla Müslüman olmuş, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden bir zâttır. İlk Müslümanların yedincisidir. Müslüman olması şöyle oldu:
Onyedi yaşında idi. Bir gece değişik bir rü’yâ gördü. Rü’yâsında kendisini zifirî bir karanlıkta gördü. Çâresiz bir hâldeyken, birden ortalık aydınlanmaya başladı. Sonra nûr saçan bir ay doğdu.
Seni de aramıza alalım
Ayın doğduğu tarafa doğru ilerlemeye başladı. Bir müddet ilerledikten sonra, birkaç kişi gördü. Dikkatlice baktığında, önlerinde Hz. Ebû Bekir, onun arkasında Zeyd bin Hârise ve Hz. Ali vardı. Onlara dedi ki:
- Siz buraya ne zaman geldiniz?
- Yeni geldik. İstersen seni de aramıza alalım. Aydınlığa beraber gidelim.
Sabahleyin bu rü’yâyı hatırlayınca, çok şaşırdı. Üç gün bunu ta’bîr etmeye çalıştı. Sonunda bir netîce çıkartamayıp, Hz. Ebû Bekir’in yanına gitti. Ona sordu:
- Yâ Ebâ Bekir, ben üç gün önce şöyle bir rü’yâ gördüm. Bunun ta’bîri nasıldır?
- Gel benimle, seni cihânı aydınlatan nûra götüreyim! Rü’yânın ta’bîri budur.
Sonra beraberce, Peygamber efendimizin huzûruna gittiler. Peygamber efendimiz, kendisine kelime-i şehâdet getirmesini emir buyurdu. O da Resûlullahın huzûrunda Müslüman oldu.
Annesi, Müslüman olduğunu duyunca, çok kızdı. Fakat yine de annesine karşı, gereken saygıyı gösteriyordu. Onu üzmemek için elinden geleni yapıyordu. Kendisine olan bağlılığını bilen annesi, oğluna sordu:
- Senin dînin, hısım akrabâya iyi muâmele edilmesini, onları üzmemek lâzım geldiğini ve onların emirlerine uymak gerektiğini emretmiyor mu?
- Dînimiz, ana-babayı ve akrabâyı üzmemeyi emretmektedir.
Bunun üzerine annesi esas maksadını söyledi:
- Yâ Sa’d! Vallahi, sen bu yeni dinden vazgeçip, atalarımızın dînine dönünceye kadar, yiyip içmiyeceğim. Ölmüş olsam bile bu ahdimden dönmiyeceğim. Anne katili olarak da herkes seni ayıplayacak!
İster ye, ister yeme!
O güne kadar, annesini üzmeyen, bir dediğini iki etmeyen Hz. Sa’d, Allahü teâlâya ve O’nun Resûlüne olan muhabbet ve îmânının kuvvetli olması sebebiyle, bu teklîf karşısında tüyleri ürpererek annesine şu cevâbı verdi:
- Ey anne, senin yüz canın olsa ve her birini İslâmiyeti bırakmam için versen, ben yine dînimden vazgeçmem! Artık ister ye, ister yeme! Bu senin bileceğin bir iştir. Benim kararım kat’îdir. Geri dönüşüm mümkün değildir. Bunu böyle bil!
Annesi, oğlunun İslâmiyete olan bu bağlılığını görünce, çâresiz kalıp yemeye içmeye başladı.
Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretlerinin başından geçen, annesiyle ilgili bu hâdiseden sonra, Allahü teâlâ, evlâdın ana-babaya hangi hâllerde tâbi olacağı, onların hangi emirlerini yerine getireceği husûsunda, Ankebût sûresinin sekizinci âyet-i kerîmesini gönderdi.
Bu âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu ki:
(Biz insana, ana-babasına iyilikte bulunmasını tavsiye ettik. Bununla beraber, hakkında bilgi sahibi olmadığın, ilâh tanımadığın bir şeyi bana ortak koşmak için sana emrederlerse, artık onlara bu husûsta itâ’at etme! Dönüşünüz ancak banadır. Ben de yaptığınız amellerin karşılığını size vereceğim.)
İlk kan akıtan oldu
Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, Eshâb-ı kirâmın en cesûr ve kahramanlarındandır.
İslâmiyetin ilk yıllarında, Müslümanlar, müşrîklerden çok ezâ ve cefâ görüyorlardı.
İbâdetlerini rahat bir şekilde yapamıyorlardı.
Bir gün Hz. Sa’d ile birkaç sahâbî, bir vâdide namaz kılmakta idiler. Bu sırada, müşriklerin azılılarından ba’zıları, kendileri ile alay etmeye ve hakâret etmeye başladılar.
Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, bunların üzerine yürüdü.
Eline geçirdiği bir deve kemiği ile, müşrîklerin elebaşısının kafasını yardı. Böylece, "Allah yolunda, ilk müşrik kanı döken sahâbî" ünvânını kazandı.
Uhud savaşında çok kahramanlıklar gösterdi. Peygamber efendimizin yanından hiç ayrılmadı.
Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, ayrıca "Allah yolunda ilk ok atan sahâbî"dir. Okçuların ya’nî kemankeşlerin reisidir. Uhud harbinde, 1000’den fazla ok attı. Peygamber efendimizin büyük iltifatlarına mazhar oldu. O ok atarken, Peygamber efendimiz buyururdu ki:
- At yâ Sa’d!
Ayrıca onun için şöyle duâ buyurmuştur:
- İlâhî, bu senin okundur. Onun atışını doğrult! Allahım, sana duâ ettiğinde de, Sa’d’ın duâsını kabûl eyle!
Bizden geri kalmazsın!
Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, Vedâ haccından sonra, Mekke’de hastalandı. Kendisini ziyârete gelen Peygamber efendimize dedi ki:
- Yâ Resûlallah, siz Medîne’ye döneceksiniz. Ben burada ölürsem, dostlarımdan ayrı kalacağım.
Peygamber efendimiz, Medîne’ye beraber döneceklerini işâret ederek buyurdu ki:
- Hayır, sen bizden geri kalmazsın! Umarım, sen uzun zaman yaşayacaksın. Öyle ki, senden birtakım kavimler faydalanacak, birtakımı da mahrûm kalacaktır.
Peygamber efendimiz sonra da şöyle duâ ettiler:
- Yâ Rabbî, Eshâbımın Mekke’den Medîne’ye dönüşünü tamamla!
Bunun üzerine, Hz. Sa’d şifâ bulup, Medîne’ye döndü.
Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, Hz. Ömer zamanında, Hevâzin bölgesinde zekât toplamak için gönderilmişti. Bu sırada İran taraflarındaki olaylar büyüyünce, hem bu olayları önlemek, hem de düşmana bir ders vermek için bir İslâm ordusu hazırlandı. Bu ordunun başına kimin geçirilmesi gerektiği, yapılan şûrâda görüşüldü.
Ba’zıları bizzat bu ordunun başına, kumandan olarak, Halîfe Hz. Ömer’in getirilmesini istiyorlardı. Bir kısmı da, bunun, çeşitli sebeplerle uygun olmayacağını, başka birisinin kumandanlığa getirilmesini istiyordu. Bu sırada Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretlerinin Hevâzin’den mektûbu geldi.
İşte aradığın kimseyi buldun!
Sa’d bin Ebî Vakkâs’ın ismini duyan Eshâb-ı kirâmın hepsi, ittifakla, Hz. Ömer’e dediler ki:
- İşte aradığın kimseyi buldun!
Bunun üzerine Hz. Ömer, Sa’d bin Ebî Vakkâs’ı Medîne’ye çağırdı. Onu, İslâm ordusuna başkumandan tâyin ederek, şunları söyledi:
- Yâ Sa’d, Resûlullahın dayısıyım diye sakın gururlanma! Allahü teâlâ, kötülüğü, ancak iyilik ile yok eder. Allahü teâlâya kulluktan başka bağ yoktur. İnsanların üstünlükleri, son nefeslerinde belli olur. Düşmanın çokluğundan değil, Allahtan kork!
Namazlarınızı muntazam kılın! Ordunda, günâh işleyen asker bulunmasın! Günâh işleyenleri hemen uzaklaştır! Allahın Resûlü ne yaptıysa, nasıl hareket ettiyse, sen de öyle yap! Sabrı elden bırakma!
Hz. Ömer bu şekilde nasîhat ettikten sonra, Sa’d bin Ebî Vakkâs, emrindeki askerle Medîne’den çıktı. İran topraklarında bulunan İslâm askerleri ile birleşerek, meşhûr Kadsiye zaferini kazandı.
Kadsiye savaşı; İslâm ordusu ile İran ordusu arasında oldu. İslâm ordusu, Fırat nehrinin bir kolu olan Atik nehrinin, Kadsiye denilen yerinde karargâh kurdu. Harpden önce İran’ın başşehri Medâyin’e elçiler gönderildi. İran Kisrâsı Yezd-i Cürd ile görüştüler. İranlıları İslâma da’vet ederek dediler ki:
- Ya Müslüman olursunuz, ya da cizye verirsiniz veya harp edersiniz!
Yâ Sa’d, müjde!
İran Kisrâsı buna sinirlenerek dedi ki:
- Eğer benden önce elçi öldüren bir melik olsaydı, ben ikincisi olup, sizi öldürürdüm!
Bundan sonra bir miktar toprak getirterek, sözlerine şöyle devam etti:
- Bende sizin için başka şey yok. En büyüğünüz kimse, bunu yüklensin de reisinize götürsün ve biliniz ki, cümlenizi Kadsiye hendeğine gömmek için, kumandanım Rüstem’i göndermek üzereyim.
Bunun üzerine, elçiler arasında bulunan Âsım bin Amr kalkıp toprağı yüklendi, dışarı çıktılar. Arkadaşlarıyla beraber Hz. Sa’d’ın yanına döndüler ve dediler ki:
- Yâ Sa’d, müjde! Allahü teâlâ onların toprağını bize verdi.
Eshâb-ı kirâm, verilen bu bir parça toprağın, daha sonra İran toprağının tamamının verileceğine dâir Allahü teâlânın bir müjdesi olduğuna inandılar.
Hz. Sa’d’ın elçilerinin teklîfini reddeden Kisrâ’nın ordusu da, Atik nehri kıyısına gelip karargâh kurdu. 120 bin kişi olan İran ordusunun 30 bini zırhlı ve birbirlerinden ayrılmaması için de zincirle bağlı idiler. Ayrıca İran ordusunun ön saflarına filler yerleştirilmişti. İslâm ordusu ise 34 bin kişi idi.
Hz. Sa’d, yine elçi göndererek, "Size üç gün müsaade. Bu üç gün içinde ya Müslüman olursunuz, ya cizye verirsiniz veya cenge hazır olursunuz" diye bildirdi. | |
| | | YaReN Administratör
Mesaj Sayısı : 1139
Rep Gücü : 2171 Tecrübe Puanı : 3 Kayıt tarihi : 22/06/09 Doğum tarihi : 08/10/89 Yaş : 35 Nerden : istanbul\kadıköy İş/Hobiler : öğrenci\hukuk Lakap : ...
| Konu: Geri: Ashab-ı Kiram Salı Tem. 07, 2009 3:21 pm | |
| Sebât ediniz!
Onlar üç gün içinde, bu şartları kabûl etmediler. Dördüncü gün harp başladı. Harp başlamadan önce, Hz. Sa’d askerlerine şöyle hitap etti:
- Mevkilerinizde sebât ediniz! Öğle namazından sonra, beş-dört tekbîr alacağım. İlkinde, siz de tekbîr alırsınız, harbe hazır olursunuz! İkinci tekbîrde siz de tekbîr alır, silahlanırsınız! Üçüncü tekbîrde, siz de tekbîr alıp, askeri harp için coşturursunuz! Dördüncü tekbîrde, düşman üzerine hücûm ediniz ve "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah" deyiniz!
İslâm askerleri, bildirilen emirle düşmana hücûm ettiler. İran ordusu, beraberinde getirdikleri fillerle karşılık verdiler. İlk gün şiddetli çarpışmalar oldu. Sonraki günlerde İslâm ordusu uyguladıkları dâhiyâne taktiklerle İran ordusunu bozguna uğrattılar.
Önce İran ordusu komutanları öldürüldü. İran ordusunun başkomutanı Rüstem de öldürülünce, ordu dağıldı. Kaçışmaya başladılar. Kaçmaya çalışanların çoğu da nehre düşerek boğuldu, kalanlar da esîr edildi. Bu harbde Müslümanlar 2000 şehîd verdi. İranlıların tamamına yakını öldürüldü. Böylece, Müslümanlar büyük bir zafer kazandılar.
Daha sonra Hz. Ömer’in emriyle Sâsânî Devletinin başşehri ve İran Kisrâsının bulunduğu Medâyin şehrine hareket edildi. İslâm askerinin Medâyin’e hareket ettiğini, İran Kisrâsı Yezd-i Cürd duyunca, korkudan şehri terketti. İslâm ordusu Medâyin şehrine kolayca girerek, burayı fethetti.
Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, bu fethi, şu mektupla Hz. Ömer’e bildirdi:
Îmân edenlerin yardımcısıdır
"Rahmân ve Rahîm olan Allahü teâlânın adıyla. Irak vâlisi Sa’d bin Ebî Vakkâs’tan, mü’minlerin emîri Ömer-ül Fâruk’a. Allahın selâmı üzerine olsun! Kendisinden başka hak ma’bûd olmayan, eşi, benzeri bulunmayan Allahü teâlâya hamd eder, O’nun habîbi olan Muhammed aleyhisselâma salât ve selâm ederim.
Allahü teâlâ, bize ihsânı ile, gözün görmediği meydanlarda at koşturmayı nasîb etti. Kisrânın yurdunun büyük bir kısmını ele geçirdik. Ordu kumandanlarının çoğunu öldürdük. Bu savaşta melekler onların yüzlerine ve arkalarına vuruyorlardı. Çünkü Allahü teâlâ îmân edenlerin yardımcısıdır. Îmân etmeyenlerin yardımcısı yoktur.
Yezd-i Cürd kaçtı. Kızı, esîr olarak ele geçirildi. Bundan sonra ne yapacağımız husûsunda, Medâyin şehrinde emirlerinizi bekliyorum. Allahü teâlânın selâmı bütün Müslümanların üzerine olsun!"
Hz. Sa’d hayatının sonlarına doğru Medîne’ye yakın Akik denilen yerde hastalandı ve orada 675 yılında vefât etti. Mübârek cesedi Medîne-i münevvereye götürüldü. Namazını Medîne vâlisi Mervân kıldırdı. Vasıyetine uyularak Bedir harbinde giymiş olduğu elbisesi ile defnedildi. Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, Cennetle müjdelenen on sahâbîden, en son vefât edendir.
Sa’d bin Ebî Vakkâs Cennettedir
Hz. Sa’d, heybetli, orta boyda, esmer tenli, cesûr, sözü, özü doğru büyük bir zâttı. Çok cömert olup, sâdeliği severdi. Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, Peygamberimize annesi tarafından dayı olurdu. Bunun için Peygamberimiz ona, "Bu benim dayımdır. Böyle bir dayısı olan varsa bana göstersin" diyerek iltifâtlarda bulunurdu.
Hz. Sa’d, Cennetle müjdelenen on sahâbeden biridir. Nitekim Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde buyurdu ki:
- Ebû Bekir Cennettedir, Ömer Cennettedir, Osman Cennettedir, Ali Cennettedir, Talhâ Cennettedir, Zübeyr Cennettedir, Abdurrahman bin Avf Cennettedir, Sa’d bin Ebî Vakkâs Cennettedir, Sa’îd bin Zeyd Cennettedir, Ebû Ubeyde bin Cerrâh Cennettedir.
Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri buyurdu ki:
Resûlullah efendimiz, her namazın ardından, muhakkak şöyle duâ ederdi: "Yâ Rabbi! Cimrilikten, korkaklıktan, erzel-i ömür denilen ihtiyârlıktan, bunaklıktan, dünya fitnesinden ya’nî Deccâlın fitnesinden ve kabir azâbından sana sığınırım."
Hz. Sa’d buyurdu ki:
Resûlullah efendimiz, Eshâb-ı kirâm arasında kardeşlik te’sîs ettikleri zaman, Hz. Ali’yi kendine seçerek buyurdu ki:
- Yâ Ali! Sen benim dünyada da âhırette de kardeşimsin. Yâ Ali, Mûsâ’nın yanında Hârûn nasıl idi ise, sen de benim yanımda öylesin. Yalnız şu fark var ki, benden sonra Peygamber gelmeyecektir.
Üç gün ağladım
Resûlullaha bir köylü gelerek dedi ki:
- Bana, söyleyebileceğim bir kelime öğret.
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- "Allah birdir, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur ve O’nun ortağı da yoktur. Allah her şeyden yücedir. Bütün hamdlerin hepsi Allaha mahsûstur. Âlemlerin Rabbi olan Allahın şanı ne yücedir. Günâhtan kaçmaya kuvvet, ibâdet yapmaya kudret, ancak azîz ve hakîm olan Allahın yardımı iledir" de! Köylü tekrar dedi ki:
- Bunlar Rabbim içindir. Kendim için ne söyleyeyim?
Resûl-i ekrem efendimiz buyurdu ki:
- "Allahım beni bağışla ve koru! Bana hidâyet ver ve rızıklandır" de!
Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri buyurdu ki:
- Mü’min, bir iyilikle karşılaşsa, Allaha şükreder. Bir musîbetle karşılaştığında da hamd ve sabreder. Böylece her işinde sevâb kazanır. Hattâ hanımının ağzına koyduğu lokmadan dahî sevâb alır.
Bir kimse gündüz hatim okursa, melekler ona akşama kadar duâ eder. Gece okursa, sabaha kadar duâ eder.
Kadsiye zaferinden sonra bir müddet Medâyin’de kalan Hz. Sa’d, şehrin havasının ve suyunun askerlere iyi gelmediğini görünce, durumu Hz. Ömer’e bildirmişti. Bunun üzerine Hz. Ömer, yeni bir şehir tesis edilmesini emretti. Hz. Sa’d da Kûfe şehrini kurdu ve şehre ilk vâli tayin edildi.
Bana duâ et!
Hz. Ömer, şehîd olmadan önce, kendisinden sonra yerine geçecek halîfeyi seçmek için altı kişilik bir şûrâ teşkil edilmesini vasıyet etmişti. Bildirmiş olduğu altı kişiden biri de, Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleriydi. Eğer Sa’d halîfe seçilmezse, ona bir vezirlik verilmesini de vasıyet etmişti. Hz. Osman halîfe seçilince, Hz. Ömer’in tavsiyesine uyarak, Hz. Sa’d’ı tekrar Kûfe vâliliğine tayin etti.
Ömrünün sonlarına doğru, gözleri görmez olmuştu. Bu hâlde iken Mekke’ye gelmişti. Mekke halkı etrafına toplanıp, "Bana duâ et, bana duâ et" deyince, hepsine duâ etti.
Abdullah bin es-Sâib anlatır:
"Ben genç idim. Bir ara ona yaklaştım ve kendimi tanıtmaya çalıştım. Beni tanıdı ve sordu.
- Sen, Mekke’nin, Kur’ân-ı kerîmi en iyi okuyanlarından birisi değil misin?
Ben de, "Evet" dedikten sonra bir ara sordum:
- Efendim, sizin duânız makbûl olup, herkese duâ ediyorsunuz. Kendiniz için duâ etseniz de gözleriniz açılsa, olmaz mı?
Hz. Sa’d gülümseyerek buyurdu ki:
- Oğlum, Allahü teâlânın benim hakkımdaki takdîri, ya’nî gözümün görmemesi, gözümün görmesinden daha güzeldir."
Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, bir gün Peygamberimize dedi ki:
- Yâ Resûlallah, duâ buyur da, Allahü teâlâ, benim her duâmı kabûl etsin!
Resûlullah efendimiz cevâbında buyurdu ki:
- Duânızın kabûl olması için helâl lokma yiyiniz! Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri haramdır. Sonra ellerini kaldırıp duâ ederler. Böyle duâ nasıl kabûl olunur?
Sâlih kimse
Hz. Âişe şöyle anlatır:
Resûlullah efendimiz gazvelerin birinde, geceleyin Medîne’ye dönüp geldiğinde buyurdu ki:
- Ne olurdu, sâlih bir kimse çevremizde bekçilik yapsa...
Birden bir ses duyduk. "Kim o?" buyurdu.
Bu arada Sa’d bin Ebî Vakkâs’ın sesi duyuldu:
- Benim, Sa’d bin Ebî Vakkâs.
Peygamberimiz sordular:
- Buraya niçin geldin?
- İçimden bir ses, "Resûlullah yalnızdır, korkarım ki, din düşmanları ona bir sıkıntı ve eziyet verirler" dedi. Bunun için hizmetinize geldim.
Bunun üzerine Resûlullah efendimiz, ona hayır duâ etti ve istirâhate çekildiler.
Uhud savaşında bir ara müşrikler Uhud dağına tırmanmaya başlayınca, Resûlullah efendimiz, yanında bulunan Hz. Sa’d’a buyurdu ki:
- Onları geri çevir!
Hz. Sa’d dedi ki:
- Yâ Resûlallah, yanımda bir tek okum kaldı. Onları nasıl geri çevireyim?
Peygamber efendimiz emrini üç kere tekrarladı. Bundan sonrasını Hz. Sa’d şöyle anlatır:"
Bir ok daha buldum
Ok çantamda kalan bir oku aldım. Müşriklerden birine atıp öldürdüm. Sonra ok çantama el attığımda bir ok buldum. Baktığımda az önce attığım oktu. Onu tekrar atıp başka birini öldürdüm.
Sonra bir daha baktığımda yine aynı oku buldum. Onu da atıp yine birini öldürdüm. Birkaç defa aynı şekilde oku attım. Bu durumu gören müşrikler, tırmanmaktan vazgeçerek geri döndüler.
Ben de kendi kendime, "Bu mübârek bir oktur" dedim ve bu oku hep yanımda taşıdım."
Rivâyete göre Hz. Sa’d bu oku attıkça, bembeyaz yüzlü mübârek bir zât, bu oku geri getiriyordu. Hz. Sa’d der ki:
"Uhud’da Resûlullahın sağında ve solunda beyaz elbiseli iki kişi gördüm ki, onlar en şiddetli şekilde çarpışıyorlardı. Onları ne daha önce, ne de daha sonra gördüm.
"Hz. Sa’d’ın îmân etmeyen kardeşi Utbe, Uhud’da müşriklerin arasında idi. Hz. Sa’d bu kardeşi ile savaşmak için, onu çok aramıştı. Buyurdu ki:
"Vallahi, kardeşim Utbe’yi öldürmek için duyduğum hırsı, hiçbir adamı öldürmeye karşı duymamışımdır. Kardeşimi bulup öldürmek için, iki kere müşriklerin saflarını yardım fakat gözümden kaçtı. Üçüncüsünde, Resûlullah bana buyurdu ki:
- Ey Allahın kulu! Sen ne yapmak istiyorsun? Yoksa sen kendini öldürtmek mi istiyorsun?
Bunun üzerine, onu aramaktan vazgeçtim. Utbe’yi Hâtıb bin Ebî Beltea öldürdü."
Harp hiledir
Uhud savaşının sonunda müşrikler, Uhud’u terkedip Mekke’ye dönme kararı aldıklarında, Resûlullah efendimiz, Hz. Sa’d’ı keşif vazîfesi ile gönderdi. Hz. Sa’d, müşriklerin gitme kararı alıp, dönüş hazırlıklarını keşfedince, geri dönüp, yüksek sesle dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Müşrikler develerine bindiler, atları yedeğe aldılar, Mekke’ye yöneldiler!
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Yavaş konuş, şüphesiz harp hiledir. Zîrâ müşrikler geri dönerse, şu sevincinin bir benzerini göremezsin.
Sonra, Peygamber efendimizin tekrar sormaları üzerine, Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, gördüklerini ve işittiklerini tekrarladı. Müşriklerin gittikleri kesinleştiği hâlde, Sa’d’ın yüzü üzüntülü idi. Resûlullah efendimiz, üzüntüsünün sebebini sordular. Hz. Sa’d dedi ki:
- Müslümanlar zafer kazanmadan, müşriklerin gitmesine sevinmeyi hoş görmedim.
Resûlullah efendimiz de buyurdu ki:
- Zaten Sa’d harb hastasıdır.
Hz. Sa'd 675 yılında, vefât etti. "Aşere-i mübeşşere"den en son vefât edendir. Medîne-i münevverede medfûndur. | |
| | | YaReN Administratör
Mesaj Sayısı : 1139
Rep Gücü : 2171 Tecrübe Puanı : 3 Kayıt tarihi : 22/06/09 Doğum tarihi : 08/10/89 Yaş : 35 Nerden : istanbul\kadıköy İş/Hobiler : öğrenci\hukuk Lakap : ...
| Konu: Geri: Ashab-ı Kiram Salı Tem. 07, 2009 3:21 pm | |
| İlk Müslüman olanlardan:
TALHÂ BİN UBEYDULLAH
Hz. Talhâ bin Ubeydullah, Resûlullah efendimizin; "Talhâ ve Zübeyr, Cennette komşularımdır" hadîs-i şerifiyle medhedilen sahâbidir.
Hz. Talhâ, ticâretle uğraştığı için sık sık Mekke dışına çıkardı. Bu seyâhatlerinden birinde Şam yakınlarında Busra kasabasında bir panayıra gelmişti. Burada bir râhip;
- Panayıra gelenlere sorun; içlerinde Mekke'den gelen var mı? diye seslendi. Talhâ bin Ubeydullah:
- Evet, ben Mekkeliyim, dedi.
- Ahmed zuhûr etti mi?
- Ahmed kimdir?
- Abdullah bin Abdülmuttalib'in oğludur. Orası O'nun zuhûr edeceği şehirdir. O, peygamberlerin sonuncusudur. Kendisi Harem-i şeriften çıkarılacak, hurmalık, taşlık ve çorak bir yere hicret edecektir.
Olan bir şey var mı?
Râhibin sözleri Hz. Talhâ'nın kalbine yer etti. Acele Mekke'ye geldi ve;
- Olan biten bir şey var mı? diye sordu.
- Evet var. Abdullah'ın oğlu Muhammed-ül-emin, peygamberliğini ilân etti. Ebû Bekir de ona uydu, dediler.
Bunun üzerine doğruca Hz. Ebû Bekir'in yanına gitti. Ona:
- Sen Muhammed aleyhisselâma tâbi' mi oldun? diye sordu. Hz. Ebû Bekir:
- Evet, tâbi oldum. Sen de hemen O'na git, huzûruna gir, kendisine tâbi ol! Çünkü O, Hak ve gerçeğe da'vet ediyor, dedi.
Bunun üzerine Talha bin Ubeydullah, râhibin söylediklerini anlattı. Sonra birlikte Resûlullaha gidip, Müslüman oldu. Râhibin sözlerini Peygamber efendimize de anlattı. Resûlullah efendimiz tebessüm ettiler.
Talhâ bin Ubeydullah, Müslüman olduğu zaman, en yakın akrabâları dâhil olmak üzere Mekke müşriklerinden çok işkence gördü. Evine hapsedildiği gibi, aç ve susuz bırakıldı. Kardeşi Osman da, onun vâsıtasıyla îmân etmiş, bu işkencelere o da tâbi tutulmuştu. Hele namazlarını edâ edecekleri zaman çektikleri sıkıntı ve kendileri revâ görülen işkence, tahammülü mümkün olmayan cinstendi.
Nevfel bin Huveylid bin Adeviyye, adamları ile birlikte Hz. Ebû Bekir ve Hz. Talhâ'yı yakalayarak iple bağladılar ve işkence yaptılar. Teymoğulları da onlara sâhip çıkmadı. Bu hâdiseden dolayı Ebû Bekir ve Talhâ'ya bitişikler mânâsına gelen karînân dendi.
Dînimden dönmem
Hz. Me'sûd bin Hırâş, gördüğü bir hâdiseyi şöyle nakleder:
Safâ ile Merve arasında dolaşırken, elleri boynuna bağlı ve kalabalık bir grup tarafından tâkib edilen bir delikanlı gördüm. Etrâfındakilere dedim ki:
- Bu kimdir, hangi suçu işledi de böyle bağladınız?
- Bu Talhâ bin Ubeydullah'dır. Atalarının yolundan saptı.
- Ya şu kadın kim ?
- Onun annesi Sa'ba binti Hadramî'dir.
Talhâ bin Ubeydullah, bütün bu akıl almaz sıkıntılara göğüs geriyor:
- Beni öldürseniz de dinimden asla dönmem, diye karşılık veriyordu.
Peygamber efendimiz, Hz. Ebû Bekir'le, Medine-i münevvereye hicret buyurduğu zaman, Hz. Talhâ ticâret için Şam'a gitmiş ve dönerken Medîne'ye uğramıştı. Peygamber efendimizin orada olduğunu öğrenince, kervandaki mallardan vazgeçip Medîne'de kaldı. Âilesini de getirterek muhâcirînden oldu.
Uhud savaşı
Uhud'da; Eshâbı kirâm, Peygamberimizin etrâfında toplanmışlar, canlarını siper edip O'nu muhâfazaya çalışıyorlardı. Hz. Talhâ bin Ubeydullah da bunlar arasında olup, Resûlulahın yanından ayrılmamıştı.
Uhudda Müslümanlar birara şaşkınlık içinde bulunup dağıldıkları zaman, sevgili Peygamberimiz;
- Ey Allahın kulları bana doğru geliniz! Ey Allah'ın kulları bana doğru geliniz! buyurarak seslenince ancak otuz sahâbî gelebilmişti ve Peygamber efendimiz müşrikler tarafından tamâmen kuşatılmıştı.
Müşriklerin iyice yaklaştıkları bir sırada, Peygamberimiz;
- Şunları kim karşılar, kim durdurur? buyurdu.
Herkesten önce...
Talhâ bin Ubeydullah hazretleri;
- Ben Yâ Resûlallah! deyip ileri atılmak istedi.
Peygamber efendimiz;
- Senin gibi daha kim var? buyurdular. Medîneli sahâbîlerden biri;
- Yâ Resûlallah! Ben! diyerek izin istedi. Sevgili Peygamberimiz;
- Haydi, sen karşıla! buyurunca Medîneli Sahâbî ileri fırladı ve müşriklerin üzerine atıldı. Eşine rastlanmadık kahramanlıklar gösterdi. Bir kaç îmânsız öldürdükten sonra şehâdet şerbetini içti.
Resûl-i ekrem efendimiz, yine;
- Şunları kim karşılar, kim durdurur? buyurdular.
Herkesten önce yine Talhâ hazretleri:
- Ben Yâ Resûlallah! diyerek ileri çıktı.
Peygamber efendimiz;
- Senin gibi daha kim var? diye sorunca, Ensardan bir mübârek;
- Ben karşılarım yâ Resûlallah! dedi.
- Haydi onları sen karşıla!
O da müşriklerle çarpışa çarpışa şehid oldu.
Bu şekilde Peygamber efendimizin o anda yanında bulunan bütün sahâbîler vuruşa vuruşa şehâdete erdiler. Kâinâtın sultânı efendimizin o anda yanında Talhâ bin Ubeydullah hazretlerinden başka kimse kalmamıştı.
Hz. Talhâ, Resûlullaha bir zarar erişir diye endişe ediyor, dört bir tarafa koşuyor, kâfirlerle kıyasıya çarpışıyordu. Onun bu kadar seri kılıç sallaması, bir anda Resûlulahın her tarafındaki düşmana karşılık vermesi, ok, kılıç darbelerine vücûdunu kalkan yapması, eşine rastlanmayacak bir hâdiseydi.
Hz. Talhâ, pervâne gibi dönüyor, kendisine değen kılıç darbelerine hiç aldırmıyordu. Dileği, Kâinâtın sultânını korumak, bu uğurda diğer kardeşleri gibi şehîd olmaktı. Vücûdunda yara almayan yer kalmamıştı, elbisesinde kandan başka bir şey görünmez olmuştu. Fakat o, buna rağmen dört bir tarafa yetişiyordu.
Sevginin işâreti
Müşriklerden çok keskin nişancı, attığını vuran Mâlik bin Zübeyr adlı bir okçu vardı. Bu müşrik Peygamber efendimize nişan alıp bir ok attı. Resûlullaha doğru gelen bu oka, başka başka hiç bir şekilde karşı koyamıyacağını anlayan Hz. Talhâ, elini açarak oka karşı tuttu. Ok elini parçaladı.
Hz. Talhâ'nın atılan oka karşı elini tutması, candan çok ötelere yükselmiş aşkın, kemâle gelmiş bir îmânın, muhabbet ile dolu bir kalbin, anlatılamıyan bir sevginin fiili olarak ortaya çıkmasıdır.
Uhud savaşında müşriklerin saldırdığı ve Resûlullah efendimiz ve Talha bin Ubeydullah'ın yanında kimse kalmadığı anda, Hz. Ebû Bekir ve Sa'd bin Ebî Vakkâs hazretleri, Resûl-i ekrem efendimizin yanına yetiştiler.
Yiğitlerin efendisi Hz. Talhâ da bu arada kan kaybından sıcak toprağa düşüp bayıldı. Her yeri kılıç, mızrak ve ok darbeleriyle delik deşikti. Altmış altı büyük yarası sayılamayacak kadar da küçük yarası vardı.
Yüzüne su serptiler
Sevgili Peygamberimiz, Hz. Ebû Bekir'e, hemen Hz. Talhâ'ya yardıma koşmasını emrettiler. Ebû Bekr-i Sıddîk, Hz. Talhâ'nın ayılması için mübârek yüzüne su serpti. Talhâ bin Ubeydullah hazretleri ayılır ayılmaz;
- Yâ Ebâ Bekir! Resûlullah nasıl?
- Resululah iyidir. Beni O gönderdi
- Allahü teâlâya sonsuz şükürler olsun. O sağ olduktan sona her musîbet hiçtir.
O sırada bir kaç sahâbi daha yetişti. Âlemlerin efendisi, Hz. Talhâ'nın yanına teşrîf ettiler. Yaralı mücâhid, sevincinden ağladı. Peygamber efendimiz, onun vücûdunu mesh ettikten sonra, ellerin açıp;
- Allahım! Ona şifâ ver, kuvvet ihsân eyle! diye duâ buyurdular.
Resûl-i ekrem efendimizin bir mu'cizesi olarak, Hz. Talhâ sapa sağlam ayağa kalktı ve tekrar düşmanla harbetmeye başladı. Sevgili Peygamberimiz onun için buyurdu ki;
- Uhud günü, yer yüzünde sağımda Cebrâil'den, solumda Talhâ bin Ubeydullah'dan başka bana yakın bir kimsenin bulunmadığını gördüm. Yeryüzünde gezen Cennetlik bir kimseye bakmak isteyen, Talhâ bin Ubeydullah'a baksın!
Yine Uhud'da İbni Kâmia kâfiri Peygamberimizi öldürmeye yemin etmiş idi. Heryerde Resûlullahı arıyordu. Peygamberimizin üzerinde iki zırh vardı. Başında da miğfer bulunuyordu. İbni Kâmia Resulullaha kılıcı ile saldırdı.
Kılıç darbesi ile Resûlullahın mübârek omuzları yaralandı. Diğer bir saldırı neticesinde Resûlullah efendimiz, Ebû Âmir tarafından kazılan çukura düştü. Miğferinin iki halkası mübârek yüzüne battı. İlk yetişen Ali bin Ebî Tâlib oldu. Talha bin Ubeydullah ile birlikte çukurdan çıkardılar.
Peygamber efendimiz bundan sonra Uhud dağındaki kayalığa çıkıp dinlenmek istediler. Fakat çok yorgun idiler. Hz. Talha:
- Yâ Resûlallah! Ben sizi çıkartayım, diyerek, hemen yere çöktü. Peygamber efendimizi sırtına alıp kayalığa kadar çıkardı. O zaman Resûl-i ekrem efendimiz buyurdu ki:
- Talha Resûlullaha yardım ettiği zaman Cennet ona vâcib oldu.
Talhâ bin Ubeydullah, Uhud Harbi'nden Mekkenin fethine kadar geçen süre içinde yapılan bütün savaşlara katıldı. Ayrıca Hudeybiye'de Bî'ât-ı Rıdvân'da ve Huneyn savaşlarında bulundu.
Feyyâz lakabını aldı
Tebük gazvesinden herkes elinden gelen gayretle orduyu techiz etmek, (donatmak) için uğraşırkan, o da, herkesle yarışırcasına, varını yoğunu nesi varsa sarfetmiş, bundan dolayı, Feyyâz lakabını almışıtır.
Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti zamânında da bütün savaşlara katıldı. Hz. Ebû Bekir hastalandığında, yerine kimin halîfe olacağını Hz. Talhâ ile istişâre etmiş ve o da ;
- Hz. Ömer bu makâma en çok lâyık olan zâttır. Cenâb-ı Hak sana; "Müslümanların işini kime terk ettin?" derse, açık bir alınla ve müsterih olarak; "Hz. Ömer'e bıraktım" dersin, diye tavsiyede bulunmuştu.
Talhâ bin Ubeydullah, Hz. Ömer zamânında şûra meclisi üyesi idi. Halife Ömer her hususta onun re'yine mürâcaat ederdi. Hz. Ömer'in vefât etmeden önce halîfe seçilmek üzere aday gösterdiği altı zâttan birisi de Talhâ bin Ubeydullah'dır.
Talhâ bin Ubeydullah, Cemel vak'asında şehid oldu. Hz. Ali harp meydanı gezerken, Hz. Talhâ'yı ölenler arasında görünce, üzüldü ve çok ağladı. Kucağına aldı. Yüzündeki toprakları sildi ve;
- Ey Talhâ! Semânın yıldızları altında seni toprağın üzerinde serili görmek bana pek ağır geldi ve beni kalbimden vurdu. Keşke yirmi yıl önce ölseydim, buyurdu. Namazını kendi kıldırdı.
Bana eziyet veriyor
Vefâtından yirmi yıl sonra kızı Âişe, bir gece rü'yâsında babasını gördüğünde;
- Yâ Âişe! Kabrimin bir tarafından sızan su bana eziyet veriyor, beni buradan çıkar da başka yere defnet, diye tenbih buyurdu.
Bunun üzerine kızı Âişe! çok üzüldü ve akrabâlarından bâzılarını alarak kabr-i şerifini açtılar. Sızan sudan dolayı vücûdunun bir tarafı hafif yeşillenmiş, diğer yerleri yeni defnedilmiş ve bir kılına dahi zarar gelmemiş buldular ve bir başka kabre naklettiler.
Hz. Talhâ, Eshâb-ı kirâmın en üstünlerinden olup kavuşamadığı fazilet sâdece Hulefâ-î râşidin derecesi olmuştur. Peygamber efendimiz buyurdu ki:;
- Yeryüzünde Cennet'lik bir kimse görmek isteyen, Talhâ bin Ubeydullah'a baksın!
Hz. Âişe anlatır:
Bir gün Ebû Bekir-i Sıddîk Resûlulahın yanına girmişti. Resûlulah ona;
- Yâ Ebâ Bekir! Sen, Atîk ya'nî Allahü teâlânın Cehennem'den âzâd ettiği kişisin, buyurdu. Ondan önce önce kimseye böyle Atîk ismi verilmemişti.
Sonra Talhâ bin Ubeydullah içiri girdi. Resûlullah efendimiz ona da buyurdu ki;
- Ey Talhâ! Sen de şehîd olmayı bekliyenlerdensin.
Hz. Talha, Zi'l-Karâde gazvesinde mücâhidlerin susuz kalmaması için kuyu satın alıp onu mü'minlere vakfetmiş idi. O zaman kuyu satın almak ve vakfetmek çok büyük çömertlikti. Zü'l-Usra gazvesinde ise savaşa katılanları tek başına doyurmuştur.
Günlük geliri bin altın idi. Öksüzleri gözetir, fakirlerin ihtiyaçlarını görür, biçârelere yardım eder. Muhtâç olanlara para verirdi. Teymoğulları'nın bütün muhtaçları, onun yardımları altında idi. Hz. Talhâ, bunların dullarını evlendirir, borçlularının borçlarını öderdi.
Bir gün bir Bedevî, Hz. Talhâ'ya gelip, akrabâlık iddiasında bulunarak yardım istedi. Hz. Talhâ akrabâlık bağının çok önemli olduğunu söyleyerek, bir arâzisi bulunduğunu istediği takdirde onu almasını, veya satıp parasını vermeyi teklif etti. Bedevî, parasını almak isteyince, arâziyi Hz. Osman'a satıp parasını Bedevîye verdi.
Ahlâkını bilirim
Eshâb-ı kirâmdan bir çok zât, Ümmi Ebân hâtunla evlenmek için teklifte bulunmuşlardı. Fakat o hiç birisini kabûl etmedi. Talhâ bin Ubeydullah, teklifte bulununca kabûl etti. Sebebi sorulduğu zaman;
- Onun ahlâkını bilirim. Evine girerken güler yüzle girer, evinden çıkarken mütebessim çıkar, Kendisinden istenildiğinde verir, kendisine bir iyilik yapıldığı zaman teşekkür eder. Bir kusûr görünce affeder, diye cevap vermiş ve onunla evlenmişti.
Hz. Talhâ ticâretle ve zirâatle meşgûl olup, büyük çiftlik sâhibi idi. Kendisinin Hayber'de ve Irak'ta çok arâzileri vardı. Böyle büyük bir zenginliğin içinde bulunmasına rağmen, gâyet az yer, israf etmez ve isrâf edenleri sevmezdi. | |
| | | YaReN Administratör
Mesaj Sayısı : 1139
Rep Gücü : 2171 Tecrübe Puanı : 3 Kayıt tarihi : 22/06/09 Doğum tarihi : 08/10/89 Yaş : 35 Nerden : istanbul\kadıköy İş/Hobiler : öğrenci\hukuk Lakap : ...
| Konu: Geri: Ashab-ı Kiram Salı Tem. 07, 2009 3:22 pm | |
| Cennetle müjdelenenlerden:
ZÜBEYR BİN AVVÂM
Hz. Zübeyr, Peygamber efendimizin halası olan Hz. Safiyye’nin oğludur. İlk Müslümanlardandır. Cennetle müjdelenen on kişiden biridir.
Îmân ettiği vakit, amcası çok kızmıştı. Dinden dönmesi için, kendisini ateşe sokup çıkartıyordu. Amcasının, "Daha fazla inat etme, atalarının dînine dön" teklifine karşı diyordu ki:
- Aslâ küfre dönmem! Allah birdir. Fayda veya zararı olmayan putlara tapmam. Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah.
Böylece, yapılan bütün işkencelere büyük bir sabır ve metânet gösteriyordu.
Allah sizi yine toplar
Îmân edenler çoğaldıkça, müşrikler, korkularından Müslümanlara akla hayâle gelmedik işkenceler yapıyorlardı. Peygamber efendimiz, bu dayanılmayacak işkenceleri görünce buyurdu ki:
- Siz bâri yeryüzüne dağılın! Yüce Allah, sizi yine toplar.
Eshâb-ı kirâm sordular:
- Yâ Resûlallah nereye gidelim?
- Habeş ülkesine gitseniz iyi olur. Habeş ülkesinde kimse zulme uğramaz. Orası doğruluk yurdudur. Allahü teâlâ sizi belki orada ferahlığa kavuşturur.
Bunun üzerine, içlerinde Zübeyr bin Avvâm hazretlerinin de bulunduğu 15 kişilik bir kâfile Habeşistan’a hicret etti. Habeş meliki Necaşî kendilerini çok iyi karşıladı. Orada rahat bir şekilde yaşadılar. Necâşî de daha sonra Müslüman oldu.
Hz. Ümmü Seleme anlatır:
"Biz Habeşistan’da huzur içinde yaşarken, bir grup Habeşli Necâşi'ye isyân ederek saltanatını elinden almak istedi. Bunların Necâşî’ye üstün gelmesinden korkuyorduk. Çünkü bunlar, bize hayat hakkı tanımazdı.
Necâşî de bunların üzerine yürüdü. Savaş, Nil nehrinin öbür tarafında oluyordu. Durum çok kritikti. Necâşî’nin gâlip gelmesini istiyorduk. Eshâbdan ba’zıları dediler ki:
- Kim savaş cephesine gidip, bize haber getirir?
Hz. Zübeyr bin Avvâm cevap verdi:
- Ben giderim!
- Peki, sen git!
Hz. Zübeyr bu sırada, Müslümanların yaşı en genç olanı idi. Hz. Zübeyr bin Avvâm’a bir su tulumu şişirdiler ve göğsüne astılar. Sonra Nil’in üzerinde yüzdü ve orduların karşılaştığı Nil’in öteki tarafına geçti. Onların yanında hazır bulundu.
Müjde, Necâşî zafere erişti!
Biz ise, Necâşî’nin düşmana gâlip gelmesi ve memleketinin başında kalması için, Allahü teâlâya duâ ettik. Biz durumun ne olacağı merakla beklerken, Hz. Zübeyr uzaktan göründü. Koşuyordu. O elbisesiyle işâret ediyor ve şöyle sesleniyordu:
- Müjde, Necâşî zafere erişti ve Allahü teâlâ, onun düşmanını helâk etti ve ona memleketinde kalmaya kudret verdi.
O zamana kadar böyle sevindiğimizi hatırlamıyorum.
Necâşî, Allahü teâlânın izniyle o kâfiri mağlup ederek sağ sâlim sarayına döndü. Resûlullahın yanına gelene kadar, biz onun yanında güzel bir hayat sürdük. Sonra Eshâb-ı kirâm, Mekke’den Medîne’ye hicret edince, biz de Habeşistan’dan Medîne’ye hicret ettik."
Peygamber efendimiz Medîne’ye hicret ettiği zaman, Hz. Zübeyr bin Avvâm’ı, Ensâr’dan Ka’b bin Mâlik ile kardeş yaptı.
Peygamber efendimiz, Bedir muharebesinde Hz. Zübeyr bin Avvâm’ı, sağ kanada kumandan tayin etti ve buyurdular ki:
- Meleklerin alâmetleri ve nişanları vardır. Siz de kendinize birer alâmet ve nişan yapınız!
Savaş şiddetli geçiyordu
Bunun üzerine Zübeyr bin Avvâm hazretleri, başına sarı bir sarık sardı. Her iki taraf, bütün güçleriyle saldırıya geçti. Zübeyr bin Avvâm anlatır:
"Bedir günü, ben, müşriklerden Ubeyde bin Sa’îd’le karşılaştım. O baştan ayağa kadar zırha bürünmüş, gözlerinden başka bir yeri görünmüyor ve at üzerinde bulunuyordu. Çocukluktan beri büyük karınlı olduğu için, kendisine, Ebû Zâtil Kirş = Karın Babası denirdi. O, "Ben Ebû Zâtil Kirş’im! Ben Ebû Zâtil Kirş’im!" diye meydan okuyordu.
Elimdeki mızrağımı hemen onun gözüne sapladım. Ubeyde yıkılıp öldü. Ayağımı yanağına bastım, olanca kuvvetimle mızrağımı çekip çıkardım. Fakat mızrağımın iki tarafı eğilmişti."
Meleklerin de katıldığı Bedir savaşı çok şiddetli geçiyordu. Peygamber efendimiz, durmadan Allahü teâlâdan yardım diliyor ve O’na yalvarıyordu.
Hz. Zübeyr’in Bedir harbi esnasında gösterdiği kahramanlık çok büyüktü. Vücudunda yaralanmadık bir yer kalmamıştı. Üç büyük kılıç darbesi almıştı. Bunlardan biri boynunda idi. Bedir muharebesi Müslümanların gâlibiyetiyle netîcelendi. Bu savaşta, 14 Eshâb-ı kirâm şehîd oldu. 70 müşrik öldürüldü.
Mekkeli müşrikler bu yenilgiyi unutamamış, bir yıl sonra tekrar Medîne’ye hareket etmişlerdi. Uhud’da iki ordu yine karşılaştı. Hz. Zübeyr bin Avvâm ve Mikdâd bin Esved, İkrime kumandasındaki süvârileri karşılayıp, bozguna uğrattılar.
Zübeyr bin Avvâm ve Mikdâd bin Esved, biner süvâriye denk tutulurdu. Zübeyr bin Avvâm hazretleri, müşriklerin sancaktarı olan Kilâb’ı öldürdü ve yedi arkadaşı ile Peygamber efendimizin yanında şehîd oluncaya kadar ayrılmamak üzere yemin ettiler.
Onu yere düşür!
Bu savaşın başında, Mekkeli müşriklerden biri, çarpışmak için er diledi. Herkesin çekindiğini, geri durduğunu zannederek, dileğini üç kere tekrarladı.
Bunun üzerine Zübeyr bin Avvâm, başına sarı bir sarık sararak meydana yürüdü. Birden devenin üzerine sıçrayıp, kâfirin boğazına sarıldı. Deve üzerindeki bu mücâdele devam ederken, Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Onu yere düşür!
Zübeyr bin Avvâm o müşriki yere düşürdü. Üstüne çöküp, onu öldürdü. Peygamber efendimiz, bu husûsta buyurdu ki:
- Eğer Zübeyr, onun karşısına çıkmasaydı, ben çıkacaktım.
Uhud savaşında müşriklerin okçuları, Peygamber efendimizi ok yağmuruna tutunca, Eshâb-ı kirâm, Peygamber efendimizi ortalarına aldılar. Atılan oklar Peygamber efendimizin sağından solundan geçiyor, ya önüne düşüyor veya üstünden aşıp geçiyordu. Zübeyr bin Avvâm ve arkadaşları, Peygamber efendimizin etrafında pervane gibi dönerek, gelen oklara ve kılıçlara vücutlarını siper ettiler.
Hamdolsun iyidir
Pek çok Eshâb-ı kirâm çarpışa çarpışa şehîd oldu. Düşman gerilemiş, zafere yaklaşılmıştı. Zafer sevinciyle bir kısım Sahâbenin terkettikleri yerden, düşman süvârileri saldırıya geçti ve Peygamber efendimize kadar sokuldular. Peygamberimiz yaralandı. Eshâb-ı kirâm hemen toparlandı ve netîcede savaş tekrar Müslümanların lehine döndü.
Uhud savaşı bitmişti. Peygamber efendimizin vefâtı şayiası Medîne’ye ulaşınca, Peygamber efendimizin halası Safiyye hâtun hemen Uhud’a hareket etti. Uhud meydanına gelince, oğlu Zübeyr’i ve Hz. Ali’yi görüp, önce Resûlullahın hâlini sordu. Hz. Ali, "Hamdolsun iyidir" deyince, ferahladı. Fakat Hz. Safiyye, "Onu bana göster" deyince, Hz. Ali, Peygamber efendimizi gösterdi. Peygamberimiz yaralı idi. Peygamberimizin sağ olduğuna şükretti.
Hz. Safiyye, baba-anne bir kardeşi olan Hz. Hamza’nın durumunu da görmek istiyordu. Peygamber efendimiz Hz. Safiyye’nin gelmekte olduğunu görünce, Zübeyr bin Avvâm’a buyurdu ki:
- Anneni geri çevir, kardeşinin cesedini görmesin.
Zübeyr bin Avvâm hazretleri, "Anneciğim! Resûlullah geri dönmenizi emrediyor" deyince, Hz. Safiyye dedi ki:
- Eğer ona yapılanı benim görmemem için geri döneceksem, zaten ben kardeşimin cesedinin kesilip biçildiğini öğrenmiş bulunuyorum. Her sıkıntıya râzıyız. Allah yolunda bundan daha beter olanlarına da râzıyız. Sevâbını Allahü teâlâdan bekliyeceğiz. İnşâallah sabredip, katlanacağız.
Hz. Zübeyr bin Avvâm, durumu Peygamber efendimize bildirince, buyurdu ki:
- Öyle ise bırak görsün!
Hamza için getirdim
Hz. Safiyye, kardeşi Hz. Hamza’nın cesedinin yanına oturup, sessizce ağlamaya başladı. Bu sırada, Peygamber efendimiz de sessizce ağladılar.
Hz. Zübeyr bin Avvâm anlatır:
"Annem Safiyye binti Abdülmuttalib Uhud’da yanında getirdiği iki hırkayı çıkarıp dedi ki:
- Bunları, kardeşim Hamza için getirmiştim.
Hz. Hamza’yı kefenlediler ve Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali ve Hz. Zübeyr bin Avvâm Kabre indirdiler. Aynı kabre, onun gibi şehîd olan, Hz. Abdullah bin Cahş’ı da koydular."
Uhud’dan dönüşte, Peygamber efendimiz yolda, münâfıklardan Ebû Azzel Cümehi’yi yakaladı. Resûlullah efendimiz onu Bedir’de esîr etmişti. Sonra onu lutfederek öldürmemişti. O, "Yâ Resûlallah, beni bırak" dedi. Resûlullah efendimiz de şöyle buyurdu:
- Vallahi bundan sonra artık, sen ellerini okşayıp, Muhammed’e iki kere hîle ettim diyemiyeceksin.
Zübeyr bin Avvâm hazretleri, Allah yolunda kılıç sıyıranların ilkidir. Bir gün, Peygamber efendimizin yaralandığını zannedip kılıcını sıyırdı. Doğruca, Mekke’nin yukarı kısmında bulunan Resûlullahın yanına koştu. Peygamber efendimiz, kendisini böyle yalın kılıç görünce, sordu:
- Ey Zübeyr! Ne var, nedir bu hâlin?
- Efendim, size bir zarar verdiler diye korktum, onun için kılıcımı sıyırdım.
Bir kişi yok mu?
Hz. Câbir bin Abdullah der ki:
"Hendek günü iş ağırlaşınca, Resûlullah efendimiz bize, "Benî Kureyza’nın tutum ve davranışını öğrenip gelebilecek bir kişi yok mu? diye sordular. Zübeyr bin Avvâm, "Ben gider, öğrenip gelirim" dedi. Gidip, onların tutum ve davranışlarını öğrenip geldi.
İşler yine ağırlaşınca, Resûlullah efendimiz tekrar sordular:
- Bize, Benî Kureyza’nın tutum ve davranışını öğrenip gelebilecek bir kişi yok mu?
Yine Zübeyr bin Avvâm dedi ki:
- Ben, gider, öğrenir, gelirim.
Gidip, onların tutum ve davranışlarını öğrenip geldi ve durumu arzetti:
- Yâ Resûlallah! Onları, kalelerini tâmir ederken ve harp tâlimleri yaparken gördüm. Ayrıca, hayvanlarını derleyip toparlıyorlardı.
Bunun üzerine Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Her Peygamberin bir havârisi vardır. Benim de havârim Zübeyr’dir."
Benî Kureyza Yahûdîlerinin tutum ve davranışlarını gözetlemek ve öğrenmek üzere, Peygamber efendimizin gönderdiği kişilerin ilki Hz. Zübeyr bin Avvâm idi.
Hendek savaşında da müşrikler bozguna uğradılar. Medîne’de oturan Yahûdîler, Eshâb-ı kirâma arkadan saldırarak anlaşmayı bozdular. Peygamberimiz de savaştan sonra, onları Medîne’den çıkardılar. Yahûdîler Hayber kalesine toplandılar.
Peygamberimiz Hendek savaşından sonra da Hayber üzerine yürüdüler. Hayber'de, meşhûr Yahûdî Cengâveri Merhab, kaleden çıkarak er diledi. Hz. Ali çıkarak Merhab’ı öldürdü. Merhab’ın katlinden sonra onun oğlu Yâsir, babasının intikamını almak için meydana çıkarak, "Bana karşı gelecek var mı" diye bağırdı.
Oğlum şehîd mi oluyor?
Hz. Zübeyr, hemen atını sürerek onu karşıladı ve ikisi de şiddetli bir muhârebeye tutuştular. Oğlunun bu hareketini seyreden Hz. Safiyye, Resûl-i ekreme yaklaşıp sordu:
- Yâ Resûlallah! Oğlum şehîd mi oluyor?
Resûl-i ekrem de, "Hayır" buyurdu.
Resûl-i ekremin bu beyânından birkaç dakika sonra, Hz. Zübeyr, hasmını öldürdü. Zübeyr bin Avvâm, Hayber savaşında da büyük kahramanlıklar gösterdi. Netîcede Hayber kalesi de alındı.
Hayber kalesinin fethinden sonra Mekke’yi fethetmek için hazırlıklar yapıldı.
Peygamber efendimizin Mekke’yi fethetmek için hazırlık yaptığını, müşriklere haber vermek için yazılan bir mektup, bir kadın vasıtası ile, gizlice Mekke’ye gönderildi.
Sâre adındaki bu kadın, bu mektubu, başına yerleştirdikten sonra, üzerinden saçlarını belikler hâlinde örerek mektubu gizledi ve Kureyşlilere teslim etmek üzere yola çıktı.
Acele gidiniz!
Bu durumu Cebrâil aleyhisselâm Peygamberimize bildirdi. Peygamber efendimiz de Hz. Ali, Hz. Zübeyr ve Hz. Mikdâd bin Esved’e buyurdu ki:
- Acele gidiniz! Hah denilen yere vardığınızda, orada, yanında bir mektup bulunan, hayvan üzerinde bir kadın bulacaksınız. Mektubu ondan alınız ve bana getiriniz!
[Hah; Medîne ile Mekke arasında bir yer olup, Medîne korularındandır.]
Hz. Ali ve arkadaşları, durmadan at koşturarak Hah denilen yere vardılar. Kadın orada idi. Hz. Ali kadına sordu:
- Yanında götürmekte olduğun mektup nerede? | |
| | | YaReN Administratör
Mesaj Sayısı : 1139
Rep Gücü : 2171 Tecrübe Puanı : 3 Kayıt tarihi : 22/06/09 Doğum tarihi : 08/10/89 Yaş : 35 Nerden : istanbul\kadıköy İş/Hobiler : öğrenci\hukuk Lakap : ...
| Konu: Geri: Ashab-ı Kiram Salı Tem. 07, 2009 3:22 pm | |
| Kadın cevap verdi:
- Benim yanımda mektup falan yok.
Kadının eşyalarını aradılar, mektubu bulamayınca, Hz. Ali kılıcını çekip dedi ki:
- Resûlullah efendimiz bize, senin yanında mektup olduğunu söyledi. Resûlullah aslâ yalan söylemez. Ya mektubu çıkarırsın veya tepene kılıcı indiririm.
Kadın yeminler ederek, inkâra devam ettiyse de, Hz. Ali ve arkadaşlarının işi sıkı tuttuğunu anlayınca, çâresiz olarak saçının arasından mektubu çıkarıp verdi. Böylece haber verme teşebbüsü engellenmiş oldu. Hz. Ali ve arkadaşları da mektubu Resûlullaha getirdiler.
Fetih hazırlıkları tamamlanınca Hicretin 8. senesinde Resûl-i ekremin kumandasında hareket eden binlerce mücâhid, Mekke’ye doğru ilerledi. Hz. Zübeyr, bu hareket esnasında Resûl-i ekremin sancağını taşıyordu. Peygamber efendimiz, askerlerini Zî Tuva denilen yerde bölüklere ayırdı. Bir kısmını Zübeyr bin Avvâm’ın emrine vererek Mekke’nin Kudâ tarafından girmelerini emir buyurdular.
İşte o Zübeyr’dir
Mekkeli müşrikler Mekke’yi harpsiz teslim ettiler. Mekke’nin fethinden sonra Huneyn vâdisinde Hevâzin müşrikleriyle savaşıldı. Bu savaşta Hevâzin kabîlesi mağlup olarak geriye çekilmeye başladı. Kabîlenin ileri gelenlerinden Mâlik bin Avf gitti ve iki dağ arasında yüksek bir mevkide arkadaşlarına dedi ki:
- Durunuz ki, zayıflarınız yürüsün ve geride kalanlar bize yetişsinler! Hezîmete uğrayanlar gelip onlara kavuşuncaya kadar orada durdular. Mâlik, gelenlere sordu:
- Geriye bakın neler görüyorsunuz?
- Uylukları uzunca bir süvâri görüyoruz. Mızrağını omuzu üzerine koymuş ve başına bir kırmızı sarık bağlamış.
- İşte o, Zübeyr bin Avvâm’dır. Yemin ederim ki, elbette o size ulaşır. Onun için yerinizde sıkı durunuz, ayrılmayınız!
Hz. Zübeyr bin Avvâm, o iki dağ arasındaki tepelik yerin dibine vardı. Hevâzinliler de onu gördüler. Yetişip, onlara saldırdı. Oradan çıkartıp uzaklaştırıncaya kadar onlarla cenk etti.
Sahâbeden Hubeyb bin Adiy’i kâfirler yakalayıp Mekke’ye götürdüler. İdâm ettiler. Kâfirler görsün de sevinsinler diyerek sehpadan indirmediler. Kırk gün sehpada kaldı. Bedeni çürüyüp, kokmadı. Hep taze kan aktı.
Yetmiş atlı yetişti
Resûlullah efendimiz, bunu haber alarak, onun cesedini getirmek üzere, Zübeyr bin Avvâm ve Mikdâd bin Esved’i gönderdiler. Zübeyr ve Mikdâd cesedi gece ağaçtan aldılar. Medîne’ye getirirken, arkalarından yetmiş atlı yetişti.
Bu iki Müslüman, kendilerini korumak için Hubeyb’i yere bıraktılar. Yer yarılıp Hubeyb kayboldu. Kâfirler de bu hâli görüp, döndüler, gittiler.
Hz. Zübeyr bin Avvâm Tâif Muhâsarasına, Tebûk seferine ve Vedâ Haccına iştirak etmiştir.
Amr İbn’il-Âs, Mısır’ın kalbi olan Fustat şehrini zaptetmek için Hz. Ömer’den dörtbin kişilik kuvvet istediğinde, Hz. Ömer ona her biri bin kişiye bedel dört kişi göndermiştir ki, bunlar; Hz. Zübeyr bin Avvâm, Hz. Mikdâd bin Esved, Hz. Ubâde bin Sâmit ve Hz. Mesleme bin Muhalled idi. Zübeyr bin Avvâm, yedi aylık muhâsaradan sonra Fustat şehrini zaptetmeye muvaffak olmuştur. Sonra İskenderiyye üzerine yürüyerek, burasının da alınmasında büyük rol oynamıştır.
Hz. Zübeyr, namaz kılarken İbni Cermuz tarafından şehîd edildi. Şehîd olduğunda 67 yaşında bulunuyordu. Hz. Ali, Hz. Zübeyr’in vefâtına çok üzülmüş olup, cenâze namazını bizzat kendisi kıldırdı.
Hz. Zübeyr bin Avvâm, uzun boylu, beyaz tenli, zarif, kibar bir kimse idi. Emânete son derece riâyet eder, hassasiyet gösterirdi. Hz. Zübeyr bin Avvâm, kendisine emânet edilen şeyleri saklamak için ne yapacağını şaşırırdı.
Ticaret ve ziraat ile meşgûl olurdu. Medîne’nin en zenginlerinden sayılırdı. Medîne etrafındaki arsalardan başka Basra, Kûfe ve Mısır’da da bir hayli emlâkı vardı. şehîd edildiğinde mîrâsçılarının herbirine kırkbin dirhem gümüş kaldı.
Dilencilikten hayırlıdır
Etrafındaki fakirlerin hepsinin maişetini temin etmek husûsunda büyük gayretler sarfetmiştir. Borç para isteyene borç para verir, cihâda gitmek isteyenleri Allah rızâsı için donatırdı. Zekâtını zamanında ve muntazaman verirdi. Şu hadîs-i şerîfi naklederdi:
(Birinizin ipi alıp, odun yüklenerek satması ve Allahın onun yüzünü ak etmesi, dilencilikten hayırlıdır. İstediği kimseden birşey alsın veya almasın böyledir.)
Bütün servetine ve zenginliğine rağmen, o, son derece sâde yaşardı. Sâde giyinir, sâde yemek yer ve zînet eşyasına iltifat etmezdi. Ancak, silâhına hassasiyet gösterirdi. Bu itibârla kılıcının kabzasını gümüşten yaptırmıştı.
(Talha ile Zübeyr, Cennette komşularımdır) hadîs-i şerîfi ile medhedildi. Az hadîs bildirdi. Bir tanesi şöyledir:
(Bilmediğini hadîs olarak söyleyen, Cehennemde azâb görecektir.)
Hz. Ömer, vefât edeceği zaman, halîfe olmaya lâyık gördüğü altı kişiden biri Talha, biri de Zübeyr’dir. | |
| | | YaReN Administratör
Mesaj Sayısı : 1139
Rep Gücü : 2171 Tecrübe Puanı : 3 Kayıt tarihi : 22/06/09 Doğum tarihi : 08/10/89 Yaş : 35 Nerden : istanbul\kadıköy İş/Hobiler : öğrenci\hukuk Lakap : ...
| Konu: Geri: Ashab-ı Kiram Salı Tem. 07, 2009 3:22 pm | |
| Cennetle müjdelenenlerden:
HZ. SAİD BİN ZEYD
Saîd bin Zeyd hazretlerinin babası Zeyd bin Amr, İslâmiyetten önce Peygamberimizle görüşürdü. Allahü teâlânın kendisine verdiği ilhâm ile putlara tapan insanların hâline şaşar, putperestliğin şirk olduğunu, onlara kesilen kurbanların etinin yenemeyeceğini düşünürdü.
Bir Allaha inan!
Bu sebeple kendine yeni bir din bulmak için, Suriye taraflarına gidip, Hz. İbrahim dînine girerek Hanîflerden oldu. Mekke’ye döndüğünde, câhiliye âdetlerinden biri olarak kız çocuklarını diri diri toprağa gömenlerle mücâdele etti. Kız çocuklarının çoğunun ölümden kurtulmalarına sebep oldu.
Oğlu Saîd’e de sık sık, “Bir Allaha mı, yoksa bin ilâha, putlara mı inanayım” der, onu Allaha inanmaya teşvik ederdi. Bu sebepledir ki, Peygamber efendimiz, Saîd’e Müslüman olmasını söyleyince, Hz. Ömer’in kızkardeşi olan hanımı Fâtima ile birlikte hemen Müslüman oldu.
Muhammed aleyhisselâm, İIslâm dînini tebliğe başladığında, ilk katılanlardan olup, ilk inananların arasına girdi. Habbâb bin Eret, evlerine gelip, onlara Kur’an-ı kerim okurdu.
Hz. Ömer bin Hattâb da Saîd bin Zeyd’in evinde okunan Kur’an-ı kerimden kalbi yumuşayıp, tesiri altında kaldı. Kur’an-ı kerimi okuyup, fesâhati, belâgati, mânaları ve üstülüklerine hayran kalıp, düşmanlığı silindi. Bunun üzerine, Resûlullahın yanına gidip îman etmekle şereflendi.
Saîd bin Zeyd Müslüman olunca, Mekke’deki diğer Eshâb-ı kirâm gibi müşriklerden çok eziyet çekip, işkence gördü. Mekke’de suikast, işkence, zulüm ve tazyikler artınca, Peygamber efendimizin müsaadesi ile Habeşistan’a hicret etti. Sonra Medîne’ye geldi.
Hicret-i Nebevî’den sonra, Resûlullahın emriyle Hz.Talha bin Ubeydullah ile beraber Suriye tarafına, oradakilerin hâllerini incelemek ve araştırma yapmak vazifesiyle gönderildi. Bu vazifedeyken, Ebû Süfyân’ın başkanlığındaki kervanın durumunu araştırdı.
On kişi Cennettedir
Bedir gazâsında bulunmadıysa da, Peygamber efendimiz onun oklarını attılar. Ganimetten pay ayrıldı. Peygamber efendimizin diğer bütün gazvelerine katıldı.
Bir gün Peygamber efendimiz buyurdular ki:
- On kişi Cennettedir. Ebû Bekir Cennettedir. Ömer, Cennettedir. Osman Cennettedir ve Ali, Zübeyr, Talha, Abdurrahman bin Avf, Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Sa’d bin Ebî Vakkâs Cennettedirler. Peygamberimiz bu dokuz kişiyi zikredip, sustular. Eshâb-ı kirâm suâl ettiler:
- Yâ Resûlallah onuncusu kimdir?
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Saîd bin Zeyd Cennettedir.
Saîd bin Cübeyr der ki:
Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Sa’d, Saîd, Talha, Zübeyr ve Abdurrahman bin Avf’ın Resûlullahın katındaki yerleri bir idi. Savaşta onun önünde, namazda arkasında idiler. Hadis kitaplarının en kıymetlisi olan Buhârî ve Müslim bunu böylece bildirmektedir.
Saîd bin Zeyd, Hz. Ebû Bekir halîfe olunca, ona bîat etti. Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında, Ecnadeyn savaşında süvâri kuvvetlerine, Fihl savaşında piyâde birliklerine kumanda etti. Şam’ın kuşatılmasına katılıp, şehrin fethinde bulundu.
Âhirette rahmet bahşeder!
Yermük savaşına da katıldı. Savaşın en kızgın ânında, düşman birlikleri İslâm ordusunun sol tarafına saldırdılar. Düşman galip gelecek gibiydi.
Hz. Saîd, hemen atına atlayarak, askerlere şöyle hitap etti:
- Cesâret ve kahramanlık dünyada insana şeref, âhirette rahmet bahşeder. Bu ikisini de kazanmaya çalışalım!
Bu sözlerle coşan İslâm askerleri daha büyük bir gayretle düşmanla savaşmaya başladılar. Sonunda Hz. Saîd’in düşman kumandanını öldürmesiyle, düşman paniğe kapıldı. Sonunda her tarafta bozguna uğrayarak Müslümanlar büyük bir zafer kazandı.
Şam şehri feth edilince, Ebû Ubeyde bu şehrin vâliliğini Hz. Saîd’e teklif etti. O bunu kabûl etmeyerek dedi ki:
- Ey Ebû Ubeyde! Ben Allah yolunda cihâd etmek istiyorum. Sen vâliliği uygun gördüğün birisine ver.
Hz. Ömer’in vefâtından sonra onu kabre koyarlarken, Saîd bin Zeyd ağlamaya başlamıştı. Bunu görenlerden biri sordu:
- Yâ Saîd! Niçin ağlıyorsun?
Bunun üzerine buyurdu ki:
- İslâm dîni ve Müslümanlar için ağlıyorum. Çünkü Hz. Ömer’in şehit edilmesi, İslâmda açılan bir gediktir. Bu gedik de kıyâmete kadar kapanmayacaktır.
Saîd bin Zeyd hazretleri, zamanını devamlı ibâdetle geçirirdi. Dünya ve dünya nîmetlerinden daha çok âhireti düşünürdü. Makam ve mevkiyi hiç düşünmez, ancak kendisine bir vazife verilirse, bunu en iyi şekilde yerine getirirdi. Cihâdı çok sever, gösterişi hiç sevmezdi.
Duâsı kabûl olanlardan idi. Bunun için, kendisini kırmaktan herkes çekinirdi. Çok kimse ondan ilim öğrenmiştir. Esmer tenli, uzun boylu ve saçları gür idi. Peygamber efendimizden kırksekiz hadis-i şerif rivâyet etmiştir.
Duâsı kabûl oldu
Bir gün bir kadın, Saîd bin Zeyd hazretlerinin evinin bir kısmının kendi malı olduğu iddiâsi ile mahkemeye müracaat etti. Bunun üzerine Hz. Saîd dedi ki:
- Evi ona bırakınız! Ben Resûlullah efendimizin şöyle buyurduğunu işittim:
(Her kim, hakkı olmaksızın bir karış yer alırsa, kıyâmet gününde, yedi kat yerin dibinden başlayarak onun boynuna dolanacaktır.)
Allahım! Eğer bu kadın yalancı ise, gözünü görmez et! Kabrini de evinde yap!
Hz. Zeyd’in duâsı tutmuş ve çok geçmeden kadının gözleri görmez olmuş ve kabri evinde olmuştur.
Saîd bin Zeyd, 671 senesinde Medîne’de vefât etti. Cenâzesini Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri yıkayıp, techiz etti. | |
| | | YaReN Administratör
Mesaj Sayısı : 1139
Rep Gücü : 2171 Tecrübe Puanı : 3 Kayıt tarihi : 22/06/09 Doğum tarihi : 08/10/89 Yaş : 35 Nerden : istanbul\kadıköy İş/Hobiler : öğrenci\hukuk Lakap : ...
| Konu: Geri: Ashab-ı Kiram Salı Tem. 07, 2009 3:23 pm | |
| Cennete uçarak giden sahâbî: CA'FER-İ TAYYÂR Peygamber efendimiz, 36 yaşlarında bulundukları sırada Hicaz topraklarında şiddetli bir kuraklık ve açlık hüküm sürüyordu. Hemen herkes her geçen gün bunun ağırlığını daha çok, daha derinden hissediyordu. Peygamber efendimizin amcası Ebû Tâlib, kalabalık bir ailenin reisiydi. Ailesini geçindirecek bir servete sahip değildi. Bunun için geçinmekte herkesten daha çok sıkıntı çekiyordu. Yükünü biraz hafifletelim Peygamber efendimiz, küçük yaşından beri yanında büyüdüğü ve iyiliğini gördüğü amcasına bu sıkıntılı zamanında bir yardım yapmak, onun geçim yükünü hafifletmek istiyordu. Bu sebeple, amcalarının en zengini olan Hz. Abbâs'a bir gün şöyle teklifte bulundular: - Ey Amcam, biliyorsun ki, kadeşin Ebû Tâlib'in çok çocuğu vardır. İnsanların uğradığı şu kıtlık ve açlığı da görüyorsun. Haydi, Ebû Talib'e gidelim, onun aile yükünü biraz hafifletelim. Bakıp, büyütmek üzere oğullarından birini ben yanıma alayım, birisini de sen alırsın. Evlâtlarından iki tanesini onun üzerinden almak kâfi gelir. Hz. Abbâs, "olur" deyince, kalktılar, Ebû Tâlib'in yanına vardılar. Ona dediler ki: - Halkın, içinde bulunduğu kıtlık ve darlık kalkıncaya kadar, senin çocuklarından bir kısmını yanımıza alıp yükünü hafifletmek istiyoruz. Ebû Tâlib de onlara dedi ki: - Oğullarımdan Ukayl ve Tâlib'i bana bırakıp, istediğinizi alabilirsiniz. Böylece Peygamber efendimiz Hz. Ali'yi, Hz. Abbâs da Hz. Ca'fer'i yanına aldı. Birgün Ebû Tâlib, oğlu Ca'fer ile şehrin dışında yürürken Peygamber efendimizi gördü. Hz. Ali ile beraber namaz kılıyorlardı. Ebû Tâlib, oğlu Ca'fer'e: - Git, sen de kardeşinin yanına dur, namaza başla, dedi. Ca'fer gidip, Hz. Ali'nin yanında namaza durdu. Namazdan sonra, Peygamber efendimiz, Ona duâ ederek buyurdu ki: - Hak teâlâ, sana iki kanat versin. Cennette onlar ile uçarsın. Allahü teâlâ bu duâyı kabûl etti. Hz. Ca'fer, Mûte gazâsında, şehîd olmakla şereflendi. Allahü teâlâ, ona iki kanat verdi. Firdevs Cennetinde uçmaktadır. Bunun için Ca'fer-i Tayyâr diye meşhûrdur. Kureyş müşriklerinin Eshâb-ı kirâma karşı revâ gördükleri zulüm ve işkenceden sonra, Peygamber efendimiz, bir kısım Eshâbın Habeşistan'a hicret etmelerine müsaade etti. Kâfile, Hz. Ca'fer'in başkanlığında hareket etti. Habeşistan'da çok iyi karşılandılar. Teslim edilmesini isteyiniz Mekkeli müşrikler bu durumdan haberdar olunca toplandı. Habeşistan meliki Necâşî'ye iki elçi göndermeye karar verdiler. Son derece kıymetli hediyeler hazırladılar. Necâşî'nin din adamlarına, devlet erkânına hediyeler ayrıldı. Bu işe Abdullah bin Rebia ile Amr bin Âs vazifelendirildi. Bu iki elçiye Neçâşi'nin huzurlarında neler söyleyeceleri öğretildi. Onlara denildi ki: - Hükümdar ile konuşmadan evvel onun patriklerine ve kumandanlarının her birine, hediyesini verdikten sonra Necâşî'nin hediyesini takdim ediniz. Bu işi yaptıktan sonra oradaki Müslümanların size teslim edilmesini isteyiniz. Necâşî'nin Müslümanlar ile konuşmasına imkân bırakmayınız. Mekkeli müşriklerin elçileri Habeşistan'a geldiler ve devlet erkânının hediyelerini verdikten sonra Mekkeli muhâcirlerin kendilerine teslim edilmesi hususunda yardım etmelerini istediler. Memleketinize sığınmışlardır Patrikler bunu kabûl ettiler. Bundan sonra, Mekkeli elçiler Necâşî'nin hediyelerini takdim ettiler. Melik Necâşî'ye şöyle söylediler: - Ey Melik! İçimizden birtakım kimseler sizin memleketinize sığınmışlardır. Bu gelenler, kendi milletlerinin dînini terkettikleri gibi sizin dîninize de girmemişlerdir. Kendi kafalarına uygun uydurma bir dinleri vardır. Ne biz, ne de siz, bu dîni tanımazsınız. Bizi, bunların mensup oldukları milletin eşrâfı, sizin memleketinize iltica eden adamların babaları ve kendi öz akrabaları gönderdi. İstekleri, gelenlerin tekrar iâde edilmeleridir. Çünkü onlar, bunların hâllerini daha yakından tanır. Onların kendi öz dînlerinde hoş görmediklerini daha iyi bilirler. Gerek Amr bin Âs ve gerekse Abdullah bin Rebia'nın en çok arzû ettikleri şey, Necâşî'nin bu sözleri dinliyerek, arzûlarına uygun hareket etmesiydi. Elçiler, bu sözleri söyledikten sonra Necâşî'nin patrikleri söz almış, şöyle demişlerdi: - Bunlar çok doğru söylediler. Bunların milletleri, onlarla daha iyi meşgul olabilir, onların neyi beğenip beğenmediklerini daha iyi takdir ederler. Onun için siz bu adamları teslim ediniz de, bunlar onları memleketlerine ve milletlerine götürsünler. Melik Necâşî bu sözlere çok kızdı ve dedi ki: - Vallahi hayır! Ben bu adamları teslim etmem. Bana iltica eden, memleketime gelen adamlara hıyânet edemem. Bunlar, beni başkasına tercih etmiş ve benim memleketime gelmişlerdir. Onun için, gelen muhâcirleri sarayıma da'vet eder, onlara, bu adamların söyledikleri sözlere karşı ne diyeceklerini sorar, cevaplarını dinlerim. Eğer muhâcirler bunların dedikleri gibi iseler, onları teslim eder ve kendi milletlerine iâde ederim. Öyle değilse onları korur, ülkemde kaldıkça onlara iyilik ederim. Kime inanırlar Daha önceleri Necâşî semâvi kitapları incelemişti. Muhammed aleyhisselâmın gelme zamanının yakın olduğunu, kavminin ona yalancı deyip inanmayacaklarını ve Mekke'den çıkaracaklarını biliyordu. Necâşî, Mekkeli elçilere sordu: - İnandıkları kimse kimdir? - Muhammed'dir. Necâşî bu ismi işitince, O'nun Peygamber olduğunu anladı ve belli etmedi. Gelenlere tekrar sordu: - Onun dîni ve mezhebi nedir ve neye da'vet eder? - Onun mezhebi yoktur. - Mezhebi ve dînini bilmediğim bir topluluk ki, gelip bana sığınmışlardır. Ben onları size nasıl teslim ederim? Meclis kuralım. Onları da getirelim. Sizlerle yüzleştirelim. Hepinizin de durumları belli olsun. Onların da dînini bileyim. Necâşî, Mekkeli müşriklerle yüzleştirmek için Müslümanları saraya da'vet etti. Müslümanlar önce kendi aralarında istişâre ettiler ve, "Habeş hükümdarının hoşuna gidecek ve mizaçlarına uygun olacak şekilde neler söyleyelim" diye konuştular. Hz. Ca'fer dedi ki: - Bizim bu husûstaki bildiklerimiz, Peygamberimizin bize buyurduğundan ibârettir, deriz. Netice neye varırsa râzıyız. Hepsi kabûl ettiler. Sadece Hz. Ca'fer'in konuşması için ittifak ettiler. Büyük bir divan kuruldu Necâşî de âlimlerini topladı. Büyük bir divan kuruldu. Sonra muhâcirleri getirdiler. Müslümanlar geldiklerinde selâm verdiler ve secde etmediler. Necâşî, Müslümanlara sordu: - Neden secde etmediniz? - Biz Allahü teâlâdan başkasına secde etmeyiz. Peygamber efendimiz bizi, Allahtan başkasına secde etmekten men edip, "Secde, yalnız Allahü teâlâya mahsûstur" buyurdu. Necâşî dedi ki: - Ey huzuruma getirilmiş olan topluluk! Bana söyleyiniz. Ülkeme ne için geldiniz? Hâliniz nedir? Tüccâr değilsiniz, bir istediğiniz de yok. Sizin şu ortaya çıkmış olan Peygamberinizin hâli nedir? Hz. Ca'fer şöyle cevap verdi: - Ey Hükümdar! Ben, önce, üç söz söyliyeceğim. Eğer doğru söyler isem beni tasdik edin, yalan söylersem yalanlayın. Herşeyden önce emret ki; şu adamlardan yalnız biri konuşsun, diğerleri sussun! Mekkeliler adına Amr bin Âs dedi ki: - Ben konuşayım. Necâşî bunun üzerine: - Ey Ca'fer, önce sen konuş! dedi. Hz. Ca'fer konuşmaya başladı: - Benim, üç sözüm var. Şu adama sorunuz. Biz, yakalanıp efendilerimize iâde edilecek köleler miyiz? Necâşî sordu: - Ey Amr! Onlar köle midirler? - Hayır! Onlar köle değil, hürdürler! Hz. Ca'fer tekrar konuştu: - Acaba biz haksız yere bir kimsenin kanını mı döktük de, kanı dökülenlere iâde mi edileceğiz? Birinin kanını mı döktüler Necâşî, Amr'a sordu: - Bunlar, haksız yere birinin kanını mı döktüler? - Hayır, bir damla bile kan dökmediler. Bu sefer Hz. Ca'fer, Necâşî'ye hitaben dedi ki: - Başkasının mallarından haksız yere aldığımız, üzerimizde ödemekle mükellef olduğumuz mallar mı vardır? Necâşî de Amr'a sordu: - Ey Amr! Eğer, şuncağızların ödeyecekleri pek çok altın bile olsa, borçları varsa, onu, ben ödeyeceğim! Söyleyin! - Hayır, bir kuruş bile yok! - O hâlde siz bunlardan ne istiyorsunuz? - Onlar ile biz bir dinde idik. Onlar, bunları bıraktılar. Muhammed'e ve dînine uydular. Necâşî, Hz. Ca'fer'e dedi ki: - Siz bulunduğunuz dîni bırakıp ne diye başkasına uydunuz? Kavminizin dîninden ayrıldığınıza, ne benim dînimde ne de bunların dîninde olmadığınıza göre, sizin edindiğiniz bu din hakkında bilgi veriniz? Hz. Ca'fer şöyle cevap verdi: - Ey hükümdar! Biz câhil bir millet idik. Putlara tapardık. Ölmüş hayvan leşini yer, her türlü kötülüğü işlerdik. Akrabalarımızla münâsebetlerimizi keser, komşularımıza kötülük yapardık. Kuvvetli olanlarımız zayıf olanlarımızı ezerdi. Allahü teâlâ bize, kendimizden doğruluğunu, eminliğini, iffet ve temizliğini, soyunun düzgünlüğünü bildiğimiz bir Peygamber gönderinceye kadar, biz bu vaziyette idik. O Peygamber bizi, Allahü teâlânın varlığına, birliğine inanmaya, O'na ibâdete; bizim ve atalarımızın tapınageldiği taşları ve putları bırakmaya da'vet etti. İftirâdan alıkoydu Doğru sözlü olmayı, emânete hıyânet etmemeyi, akrabalık haklarını gözetmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, günâhlardan ve kan dökmekten sakınmayı bize emretti. Her türlü ahlâksızlıklardan, yalan söylemekten, yetimlerin malını yemekten, namuslu kadınlara dil uzatmaktan ve iftira etmekten bizi alıkoydu. Allahü teâlâya eş, ortak koşmaksızın ibâdet etmeyi, namaz kılmayı, zekât vermeyi, oruç tutmayı bize emretti. Biz de kabûl ettik ve îmân ettik. Onun Allahtan getirip bildirdiklerine tâbi olduk. Allahü teâlâya ibâdet ettik, O'nun bize harâm kıldığını harâm, helâl kıldığını helâl olarak kabûl ettik. Bu yüzden kavmimiz, bize düşman olup, bize zulmettiler. Bizi, dînimizden döndürüp, Allaha ibâdetten vazgeçirip putlara taptırmak için türlü işkencelere uğrattılar. Bizi perişân ettiler. Bizi, yeniden putlara taptırmak için zulmettiler. Bizi sıkıştırdıkça sıkıştırdılar. Bizimle, dînimizin arasına girdiler ve bizi dînimizden ayırmak istediler. Biz de yurdumuzu yuvamızı bırakarak senin ülkene sığındık. Seni başkalarına tercih ettik. Senin himâyene, komşuluğuna can attık. Senin yanında zulme, haksızlığa uğramıyacağımızı ummaktayız. Necâşî, Hz. Ca'fer'e dedi ki: - Sen, Allahın bildiklerinden biraz biliyor musun? - Evet, biliyorum. - Ondan bana biraz oku! Tatlı ve güzel kelâm Hz. Ca'fer de Meryem sûresinin ilk âyetlerini okumaya başladı. O okudukça Necâşî ağlıyordu. Gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslatıyordu. Rahibler de çok ağladılar. Necâşî ve Rahibler dediler ki: - Ey Ca'fer! Bu tatlı ve güzel kelâmdan biraz daha oku! Hz. Ca'fer, Kehf sûresinden okudu. Necâşî, kendisini tutamıyarak: - Vallahi, bu aynı kandilden fışkıran bir nûrdur. Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ da onunla gelmiştir, dedi. Necâşî daha sonra Kureyş elçilerine döndü: - Gidiniz! Vallahi ben ne onları size teslim eder, ne de onlara bir kötülük düşünürüm. Bunun üzerine Abdullah bin Ebî Rebia ile Amr bin Âs, Necâşî'nin huzurundan çıktılar. Amr bin Âs, Necâşî'nin huzurundan eli boş çıkınca, arkadaşı Abdullah'a dedi ki: - Onların bir kabahatini Necâşî'nin yanında ortaya koyup, köklerini kazıtayım da gör. Onların, Meryem oğlu İsâ'yı bir kul olarak bildiklerini ihbar edeceğim. Ertesi günü, Necâşî'nin yanına varıp: - Ey Hükümdar! Onlar Meryem oğlu Îsâ hakkında ağır sözler söylüyorlar. Onlara Hz. Îsâ için ne söylediklerini sor, dedi. Ne cevap vereceğiz? Bunun üzerine Necâşî, muhâcir Müslümanlara adam gönderdi. Müslümanlar, tekrar bir araya toplandılar. Birbirlerine sordular: - Îsâ aleyhisselâm hakkında sorarlarsa ne cevap vereceğiz? Hz. Ca'fer dedi ki: - Hz. Îsâ hakkında Allahü teâlânın buyurduğunu, Peygamber efendimizin bize getirdiğini söyleriz.
__________________ | |
| | | YaReN Administratör
Mesaj Sayısı : 1139
Rep Gücü : 2171 Tecrübe Puanı : 3 Kayıt tarihi : 22/06/09 Doğum tarihi : 08/10/89 Yaş : 35 Nerden : istanbul\kadıköy İş/Hobiler : öğrenci\hukuk Lakap : ...
| Konu: Geri: Ashab-ı Kiram Salı Tem. 07, 2009 3:23 pm | |
| Necâşî'nin huzuruna çıkınca, Necâşî sordu: - Siz Meryem oğlu Îsâ hakkında ne biliyorsunuz? Hz. Ca'fer şöyle cevap verdi: - Biz Hz. Îsâ hakkında, Peygamber efendimizin bize Allahü teâlâdan getirip tebliğ eylediğini söyleriz. Onun Allahın kulu ve Resûlü olduğunu, dünyadan ve erkeklerden vazgeçerek Allaha bağlanmış afîfe bir kız olan Hz. Meryem'den babasız olarak dünyaya geldiğini kabûl ederiz. Allahü teâlâ Hz. Âdem'i topraktan yarattığı gibi Hz. Îsa'yı da babasız yaratmıştır deriz. Necâşî, elini yere uzatıp, yerden bir saman çöpü aldı ve dedi ki: - Yemîn ederim ki Meryem oğlu Îsâ da sizin söylediğinizden fazla bir şey değildir. Arada bu çöp kadar bile fark yoktur. Siz ne derseniz deyin Necâşî bunu söylediği zaman etrafındaki hükûmet erkânı ve kumandanları, aralarında fısıldaşmaya ve homurdanmaya başladılar. Necâşî, bunu görünce, onlara: - Yemîn ederim ki, siz ne dersiniz deyin, ben bunlar hakkında iyi şeyler düşünüyorum, dedi. Sonra Müslüman muhacirlere dönerek devam etti: - Sizi ve yanından geldiğiniz zâtı tebrik ederim! Ben şuna inandım ki; O Allahın Resûlüdür. Zâten biz, onu İncil'de görmüştük. O Resûlü Meryem oğlu Îsâ da haber verdi. Vallahi eğer O, buralarda olsaydı gidip onun ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım! Gidiniz! Ülkemin el değmemiş kısmında, her türlü tecâvüzden uzak, emniyet ve huzura kavuşmuş olarak yaşayınız. Size kötülük edeni helâk ederim. Bana dağ kadar altın verseler de, sizlerden birini üzüntüye sokmam. Necâşî, bundan sonra, Kureyş elçilerinin getirdikleri hediyeler için: - Benim bunlara ihtiyacım yoktur! Başkalarının gaspettiği bu mülkümü, Allah bana geri verirken, halkı bana boyun eğdirirken, benden rüşvet almadı, diyerek hediyelerini kendilerine geri verdi. Necâşî İslâmiyeti seçmiş ve Eshâb-ı kirâmı ziyâdesiyle sevindirmişti. Bir gün, Necâî eski elbiselerini giyip sarayından çıktı. Başında tac ve arkasında padişahlık elbisesi yoktu. Toprak üzerine oturdu. Papazlar bu hâle şaşırdı. Sonra Hz. Ca'fer'i ve diğer Eshâb-ı kirâmı çağırdı. Onlar geldiler. Melik'i bu vâziyette görüp sustular. Necâşî, Hz. Ca'fer'e dedi ki: - Ben etrafa haberciler gönderdim. Bana müjde haberi getirdiler. Allahü teâlâ, Resûlüne yardım etmiş, Bedir savaşında düşmanlarını helâk eylemiş. Kâfirlerden Şeybe, Utbe bir Rebia, Ebû Cehil, Ümeyye bin Halef cümlesi helâk olmuşlar ve bir çoğu da esir olmuşlar. Hz. Cafer sevincini açıklayıp şükrettikten sonra sordu: - Ey Melik! Böyle eski elbiseler giymenize sebep nedir? Hangisine sevineyim Necâşi şöyle cevap verdi: - İncilde gördüm ki, Hak teâlâ, kullarına bir ni'meti başkasına haber veren kimsenin tevâzu yapması gerekir, buyuruyor. Şimdi Hak teâlâ, Sevgili Peygamberine zafer ihsân eylemiş. Ben de bunu size haber vermek için böyle yaptım. Hz. Ca'fer ve beraberindeki Müslümanlar, birkaç sene kaldıktan sonra Habeşistan'dan Medîne'ye geldiler. Böylece iki defa hicret ettiler. Dönüşleri hicretin yedinci yılında, Hudeybiye'den sonra ve Peygamber efendimiz Hayber'de bulundukları sırada olmuştu. Peygamber efendimiz, Hz. Ca'fer ile karşılaşınca, onu alnından öpüp bağrına bastı ve buyurdu ki: - Ben Hayber'in fethine mi, yoksa Ca'fer'in gelişine mi sevineceğim bilemiyorum. Sizin hicretiniz iki defadır. Siz, hem Habeş ülkesine, hem de yurduma hicret ettiniz. Hz. Ca'fer Habeşistan'dan döndükten iki yıl sonra Mûte seferi kararlaştırıldı. İslâm Ordusu kısa zamanda hazırlandı. Resûlullah efendimiz, mübârek sancağı Hz. Zeyd bin Hârise'ye teslim etti ve buyurdu: Zeyd bin Hârise'yi, cihâda çıkacak olan şu insanların başına kumandan tâyin ettim. O şehîd olursa yerine Ca'fer bin Ebû Tâlib geçsin, O da şehîd olursa yerine Abdullah bin Revâha geçsin. O da şehîd olursa, Müslümanlar, aralarında uygun birini seçip onu kendilerine kumandan yapsınlar! Çok kalabalık idiler Peygamber efendimiz tarafından uğurlanıp yola çıkan mücâhidler yollarına devam ettiler. Şam topraklarından Maan denilen yere varınca biraz dinlendiler. Mücâhidler ilerlerken Meşârif diye anılan köyde düşman askerlerinin yaklaşmakta olduğunu görünce, hemen Mûte'ye çekilip, savaş düzenine girdiler. İki taraf arasında çok şiddetli bir savaş başladı. Müslümanların başında bulunan Hz. Zeyd bin Hârise'nin elinde Peygamber efendimizin sancağı bulunuyordu. Rum askerlerinin mızrak darbeleriyle, mübârek vücudu parçalanıp, kanlar fışkırıncaya kadar, kahramanca saldırıp dövüşmekten geri durmadı ve şehîd oldu. Bundan sonra Hz. Ca'fer hemen sancağı kaptı. Elinde sancak, atını düşmana doğru sürdü. Düşman askerleri Hz. Ca'fer'in heybetinden korkup aralarında şöyle konuştular: - Bunun hakkından kim gelecek? Sancağı yere düşürmedi Hz. Ca'fer, düşman askerlerinin arasına iyice dalmıştı. Nihâyet bir düşman askeri Hz. Ca'fer'in koluna bir kılıç darbesi vurdu. Sağ eli kesilen Ca'fer, sancağı diğer eline aldı. Biraz sonra o eli de kesilince, sancağı bırakmamak için, pazılarıyla göğsüne kaldırdı. Nihayet mızrak ve kılınç darbeleriyle şehîd oldu. Şehîd olduğunda, mübârek vücudunda yetmişten fazla mızrak, kılınç ve ok yarası görülmüştü ve hepsi de vücudunun ön kısmında idi. Sonra sancağı Abdullah bin Revâha almış o da şehîd olunca Hâlid bin Velid almıştır. Rumlarla yapılan bu savaşta kumandanların şehîd olduklarını, Cebrâil aleyhisselâm, Peygamber efendimize bildirmiş. Hz. Peygamberimiz de mescidde Müslümanlara haber vermişti. Peygamber efendimiz çok üzülmüşlerdi. Eshâb-ı kirâm dediler ki: - Yâ Resûlullah! Sizi üzüntülü görmek bizi daha çok üzüyor. Bunun üzerine üzüntülerinin, şehîdlerin Cennette, karşılıklı tahtlar üzerinde oturduklarının kendisine gösterilmesine kadar devam edeceğini beyân ettiler. Ca'fer-i Tayyâr'ın hanımı Hz. Esmâ binti Umeys anlatıyor: "O gün ekmek yapacağım hamuru yoğurduktan sonra, çocuklarımı yıkadım, temizledim, güzel kokular sürdüm. Resûlullah teşrif etti. Buyurdu ki: - Ey Esmâ! Ca'fer'in çocukları nerede? Onları bana getir! Çocukları getirdim. Onları sevdi, okşadı ve mübârek gözlerinden yaş aktı. Bunun üzerine kendilerine sordum: - Ey Allahın Resûlü! Niçin ağlıyorsunuz? Yoksa Ca'fer ve arkadaşlarından size bir haber mi geldi? Peygamber efendimiz buyurdu ki: - Evet, onlar bugün şehîd oldular. Bunu duyunca ağlamaya başladım. Peygamberimiz, ağzımdan uygun olmayan bir söz çıkmamasını tenbih edip, evlerine gittiler." Bundan sonra Peygamber efendimiz, kerîmesi Hz. Fâtıma'nın yanına vardı. O da ağlıyordu. Peygamberimiz Hz. Ca'fer'in âilesi için yemek yapılmasını emretti. Üç gün ev halkına yemek yedirildi ve bu sünnet oldu. Fakirlerin babası Peygamber efendimizin üzüntüsü devam ederken, Cebrâil aleyhisselâmın gelerek, Hz. Ca'fer'in kesilen iki eli yerine Allahü teâlâ tarafından yâkuttan iki kanat ihsân olunduğunu, o kanatlarla Cennette uçmakta olduğunu haber vermesi üzerine Peygamber efendimiz, Hz. Ca'fer'in ailesine; - Ey iki kanatlı mesûd kimsenin çocukları, diyerek bu durumu müjdelemişti. Bunun için, Hz. Ca'fer, Tayyâr=Uçan ismiyle tanınmıştır. | |
| | | | Ashab-ı Kiram | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|